BismillahirRahmanirRahim
Elhamdüllillah, Elhamdüllillah, Elhamdüllillah, rabbil alemin vessalatu ve salamu ala Resuluna Muhammedin ve ala alihi ve Sahbihi ecmain nahmadullahu te’ala ve nastağhfiruh ve naşhadu an-lailaha ilallahu vahdahu la şerike leh ve naşhadu enne Seyyidina Muhammedin Abduhu ve Habibuhu ve Resuluhu Sallallahu Alayhi ve ala alihi ve ezvacihi ve eshabihi ve etbaihi.
Hulefail raşidin mahdin min ba’di vuzerail immeti alal tahkik. Hususan minhum alal amidi. Hulefai Resulillahi ala tahkik. Umara il müminin. Hazreti Ebu Bakr ve Ömer ve Osman ve Ali. Ve ala bakiyati ve Sahabe-i ve tabiin, RıdvanAllahu te’ala aleyhim ecmain. Ya eyyuhel müminin el hadirun, ittakullaha te’ala ve ati’uh. Inna Allaha ma allathina-takav vel-lathina hum muhsinin.Elhamdülillahi Rabbil Alemin. Ve Salatu ve Salamu ala Eşref al-Enbiya’i ve İmam el-Murselin, Seyidina ve Mevlana Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ecmain.
Bütün hamdler Alemlerin Rabbi olan Allah’a mahsustur.
BismillahirRahmanirRahim
Hamd, gökleri ve yeri yaratan, karanlıkları ve aydınlığı vareden Allah'a mahsustur. Öyle iken, inkar edenler Rablerine başkalarını eşit tutuyorlar. O, sizi çamurdan yaratan, sonra size bir ecel tayin edendir. Belirli bir ecel O'nun katındadır; sonra bir de şüphe edersiniz. O, göklerde ve yerde tek Allah'tır. Gizlinizi, açığınızı bilir. Ne kazanacağınızı da bilir. (6/En’am:1-3)
Allahım! Kapalı olanı açan, geçmişte tüm gelip geçene son veren, hak ve hakikatle hakka destek olan, (insanları) Senin dosdoğru yoluna ileten Efendimiz Muhammed’e, onun aline ve ashabına, Onun yüce kadr-u kıymetince salat eyle, selam eyle ve Onu mübarek kıl. (Salâtü'l-Fâtih)
Ve tüm salatü selamlar onun asil ehl-i beyti ile mübarek ashabının, bilhassa Dört Hulefai Raşidin, Hz. Ebu Bekir Sıddık, Hz. Ömer el Faruk, Hz. Osman el Gani, Hz. Ali el Murtaza ve Kıyamet’e dek onları izleyenlerin üzerine olsun
Elhamdülillahi Rabbil Alemin. Rabbimiz Allah Tala’ya şükürler olsun ki bizleri insan olarak yaratıp Habibi’nin, Seyyidina Muhammed (sav)’in ümmetinde olma şerefi bağışladı. Bir insana verilebilecek en büyük nimetlerden biri, Salihlerin sohbetinde bulunmaktır. Allah’ın sevdiklerinin yanında olmak, insanı kendi hakikatine eriştirir. Çünkü bizler yalnız olarak, yalnız olmak için yaratılmadık. Hz. İbn Ömer (ra), bizlere Resul-i Ekrem Efendimiz (sav)’in yalnız olmayı, bir insanın geceyi yalnız geçirmesini veya yalnız seyahat etmesini bizlere menettiğini rivayet etmektedir. (Ahmed) Cemaat ile olmalıyız. Peki kimlerle cemaat olmak istiyoruz?
Allah (svt)’nın sözleriyle, Kur’an-ı Kerim, en iyi birlikteliğin şöyle olduğunu bildirmektedir:
BismillahirRahmanirRahim
“Kim Allah'a ve Resûl'e itaat ederse işte onlar, Allah'ın kendilerine lütuflarda bulunduğu peygamberler, sıddîkler, şehidler ve salih kişilerle beraberdir. Bunlar ne güzel arkadaştır! (4/Nisâ:69)
Sadakallahül Azim
Peki onların kim olduğunu nereden bileceğiz? Peygamber Efendimiz (sav), bizlere bildirmiş.
Birisi sormuş, “Ya Resulullah, acaba hangi kimselerle beraber olmak daha hayırlıdır?”
Şöyle cevap vermiş:
“Görüldüğünde size Allah'ı hatırlatan, konuşması ilminize bereket katan ve ameli sizlere ahireti hatırlatan kimselerdir.” (Muhasibi)
Müslümanı, gayri-Müslim’i, herkesin bunu bilmeye ihtiyacı var —bu dünyada böyle insanlar var. Hala daha böyle kişiler mevcut dünyada. Hayatı Zikrullah, Nefesi Kur’an-ı Kerim, şahsiyeti Resul-i Ekrem Efendimiz (sav)’in Sünneti olan insanlar var.
Bizler, Cemaatin içinde, bu Ricalin mevcudiyetine, bu insanların dünyadaki varlığına tanıklık ediyoruz. Bizleri burada bir araya getiren, bu kardeşliği oluşturan, bu yolun temeli olan şey Şeyhimiz, Mürşidimiz, Rehberimiz, Sahibul Saif Şeyh AbdülKerim el Kıbrısi el Rabbani (ks)’dır. Allah sırrını takdis etsin, makamını âlâ eylesin. Bugün, onu anıp, Allah’ın sevdiği bu kişiyi analım. Çünkü Salihleri hatırlamamızın kendisi bile bir rahmettir bize. Hz. Süfyan es Sevrî (ra) şöyle buyurur:
“Salihleri hatırladığınızda, üzerinize rahmet yağar.”
Bu rahmete muhtacız. Yarın, Şeyhimizin Yolculuğuna devam edip bu dünyadan ayrılışının altıncı yılını anacağız. Onun Ursunu, sadece bu dünyadan perdelenişinin altıncı yılı olarak anmakla kalmamalı, onunla ilgili her şeyi hatırlamak için bir fırsat olarak kullanmalıyız. Onu tanıdık. Onunla oturduk. Ondan öğrendik. Elini ayağını öptük. Sohbetinde bulunduk. Size Onun hakkında konuşmak bizlere vacib olmuştur.
Sahibul Saif, Kıbrıs’ın bir köyünde, “Ali’nin Nuru” anlamına gelen Alifodes Köyü’nde dünyaya geldi. Çünkü o bölgedeki Rumlar bile, Allah Dostu olan, Şeyh Efendi’nin dedesi Ali’nin nurunu görmüşlerdi. Köyün kendisi dahi zamanın ve mekanın ötesinde bir yerdi. Osmanlı’nın kaldırılmasından sonra bile, dünya komünizm ile, kemalizm ile, sekülarizm ile, kapitalizm, faşizm ve tüm –izm’ler ile kirlenirken, Alifodes temiz kalmıştı. Ve içinden Safi birini, saf bir ana babadan, Seyyid Hacı Fuat Rabbani’den dünyaya gelen Şeyh AbdülKerim’i çıkarmıştı. Bu temiz soy, doğumundan itibaren Sahibul Saif’i Rabbi’nin hizmetine bağlayan bir nur silsilesiydi. Çünkü ataları Peygamber Efendimiz (asvs)’ın torunlarıydı. Çünkü dedesi Efendimiz (asvs)’dı. Çünkü atası Fatih Sultan Mehmet Han, İstanbul’un Fatihi’ydi. Çünkü atası AbdülKadir Geylani Hz, Mevlana Celaleddin Rumi Hazretleri’ydi. Onun soyu tertemiz bir nurdan ibaretti.
Bunu söyleyen biz değiliz. Bunu Sultanul Evliya Şeyh Mevlana Muhammed Nazım Adil el Hakkani söylüyor. Şeyh AbdülKerim’e şöyle söylemişti:
“Evliyaların nazarı oldu (sende). Ne için? Baban, bize çok bağlı. Onun babası Mehmet Dayı çok bağlı. Ondan yukarıya, sizin silsilenizde temiz Evliyalardan kimseler vardı. O dağın içinde yaşarlardı. Allah’ın garip kulları, namazında niyazında. Allah’a asi olmayan kimselerdi onlar. Hepsinde vilayet nişanı vardı. Onun için sana da geldi.”
Bütün köy, hiçbir şeyleri olmayan bu köylülerin hepsi Şeyh Mevlana’nı hizmetindeydi. Yiyip içmeye yalnızca ekmek ve suları vardı ancak ellerine bir lira geçse onu kenara koyar ve Şeyh Mevlana ziyarete geldiğinde kendisine sunarlardı.
Şeyh AbdülKerim, çocukluğundan beri bu rütbeyi, bu sorumluluğu taşıyordu. Doğar doğmaz Şeyh Mevlana Muhammed Nazım Adil el Hakkani’nin müridi olmuştu. Çünkü Şeyh AbdülKerim’in babası Seyyid Hacı Fuat, Şeyh Mevlana’nın en cesur, en özel, kendisine en bağlı müridlerindendi. Şeyh Mevlana’nın bizzat kendisi şöyle demişti:
“Peygamber Efendimiz için Hz. Ebu Bekir neyse, Hacı Fuat da benim için öyledir.”
Hala daha Kıbrıs’a gittiğinizde insanlar anlatır —Şeyh Mevlana’nın yanında, ona karşı Seyyid Hacı Fuat’dan daha cömert, daha halis biri yoktu. Devlet birçok defa Şeyh Mevlana’yı tutuklama girişiminde bulunmuş ve Hacı Fuat araya girerek Şeyh Mevlana’yı korumuştu. Allah rahmet eylesin ve makamını yükseltsin.
Şeyh Efendi’nin bizim gibi sıradan bir çocukluğu olmadı. Henüz sekiz yaşındayken, kafirlerin zulmü yüzünden Alifodes’ten hicret etmek zorunda kaldı. O küçük yaşta çoktan Peygamber Efendimiz (sav)’in sünnetini yerine getirmiş oldu. Dünya için hicret etmedi, dinini muhafaza edebilmek için hicret etti ve Famagusta’ya, Gazi Mağusa’ya, Osmanlı Şehri’ne yerleşti. Ve oradayken de, Şeyh Mevlana’nın sohbetinde bulunabilmek için her zaman Lala Mustafa Paşa Camii’ne koşardı. Şeyh Efendi şöyle anlatıyor:
“Çocuk zamanımızda koşarak giderdik. Dikkatle parmak ucumuzda oturup Şeyh Mevlana’yı dinlemekten çok mutlu olurduk.”
Daha o yaştan, Seyyid Hacı Fuat’tan en derin dersleri alıyordu. Çünkü Hacı Fuat, Sahibul Saif’e şöyle söylemişti:
“İstersen bana ya da ailenin diğerlerine karşı asilik edebilirsin. İstersen bize itaatsizlik et. Ancak asla Şeyh Mevlana’ya itaatsizlik yapma. Şeyh Mevlana’ya karşı gelirsen, seni Dünya Ahiret asla bağışlamam.”
Çocukluğunda aldığı eğitim işte buydu. Çünkü çok genç yaşta, büyük bir kader için yetiştiriliyordu.
Okula gittiğinde, bahçe duvarına karşı oturur ve arkadaşlarının oynamasını izlerdi. Onlar koşup eğlenirken, o oturur ve düşünürdü: “Rabbim Allah (svt), Hayy ve Kayyum iken, nasıl olur da geçip giden bir şeyi sevebilirim?”
O vaktini oyunlarla harcamadı. Vaktini, Şeyh Mevlana’nın ve babasının refakatında geçirdi. En sevdiği yerler Evliyaların Makamlarıydı. Büyük Celveti Şeyhi Kutup Osman Hz.’nin (ks) Makamı’na çok bağlıydı. Mağusa’nın koruyucusu büyük şehit Canbulat Paşa’nın Makamı’nı ziyaret ederdi. Şeyh AbdülKerim daha genç yaştan hizmet için, çalışmak için koştururdu. Daha genç yaştan Evliyaların Nazarı kendisinin üzerindeydi. Çobandı. Demircilik yapardı. Okula giderdi. Ailesine bakardı. Yemek yapardı. Allah’a nasıl faydalı bir kul olabileceğini öğrenmek için çabalardı. O, nasıl bu dünyaya hizmetkar olunacağını, nasıl bu dünyanın peşinden koşulacağını öğrenmek üzere yetiştirilmedi. Daha o yaştan, önünde kendisini bekleyen çok büyük bir kaderi olduğu belirginleşmeye başlamıştı.
Biraz daha büyüdüğünde, delikanlılık yıllarında Hacı Fuat, Şeyh Abdül Kerim’i Şam-ı Şerif’e götürdü. Niyeti, onu Büyük Şeyhleri Abdullah Faiz el Dağıstani’nin hizmetinde bırakmaktı. Sahibul Saif ve Hacı Fuat o yaşta, 40 gün boyunca Büyük Şeyhleri Abdullah’ın huzurunda kaldılar. Büyük Şeyh onları Kıbrıs’a gönderdi ve Hacı Fuat’a şöyle dedi:
“Oğlunu çok büyük bir kader bekliyor. Bize yeni bir kıta açtığını görüyorum. Amerikalılara ‘La ilahe illallah’ dedirtecek.”
Böylece Kıbrıs’a döndüler. Ancak bundan sonra da savaş patlak verdi. Yunanlılar Müslümanlara saldırmış, onları adadan silmeye çalışıyordu. Şeyh Efendi, Peygamber Efendimiz (sav)’in, Ashabının, Osmanlı atalarının sünnetini yerine getirmeye koyuldu ve Hakkı müdafaaya koştu. Orduya katıldı. Bu hiç kolay değildi. Henüz daha 17 yaşındaydı. Etrafında her taraftan mermilerin uçtuğunu anlatıyor bize. Ağır top atışlarının saldırısı altındaydılar. Yaralanmıştı. Ancak bize de söylediği gibi, Şeyh Mevlana’nın himmeti yetişip onu kurtardı. Ve o savaştan dedesinin, Osmanlı’nın kurucusu Sultan Osman’ın unvanıyla, Gazilik unvanıyla çıktı. Ve ardından hayat yolculuğu onu tamamen yeni bir yere sürükledi. Şeyh AbdülKerim 19 yaşına geldiğinde, Şeyh Mevlana kendisine Amerika’ya gitmesini buyurdu. “Amerika’ya git ve benim oradaki Halifem ol,” dedi. Tıpkı dillerini bilmeden, insanlarını tanımadan Orta Asya’ya gönderilen İbn Abbas gibi, Şeyh AbdülKerim de yeni topraklara geldi. Ve tıpkı Hz. İbn Abbas gibi, hiçbir yer bilmemesine rağmen, insanlar İslam’ı onun aracılığıyla kabul etti. İnsanlar onu seviyor, peşinden geliyorlardı.
Şeyh AbdülKerim Amerika’nın zengin ve konfor içindeki hoş bir bölgesine gitmedi. Bütün ülkedeki en zorlu yerlerden birine, New York City’e, Güney Bronx’a gitti. Sene 1979’du. Irkçılık ve önyargıların her tarafını kasıp kavurduğu bir dönemde girdi içine. Ve orada bir vaha oldu. İnsanları İslam’a çekiyordu. İnsanları New York City’nin keşmekeşinden kurtarıyordu. Şeyh Mevlana’nın fotoğrafı elinde, New York sokaklarında yürüyor, insanlara, “Dünyanın en güzel insanını görmek ister misiniz?” diye soruyordu. Evet derlerse, Sultanul Evliya’nın fotoğrafını gösteriyordu. Güzel edebi ile, gülüşü ile, keremi ile, insanları İslam’a çekiyordu.
Medyan’a girdiği zaman insanların güzel edebi karşısında etkilendiği Hz. Musa (as) gibiydi. New York’ta iş kurmuş ve o işi insanlara İslam’ın Nuru’nu ulaştırmak üzere bir aracı kılmıştı. Elinde avucunda hiçbir şeyleri bulunmayan insanlara iş verdi. Toplumun dışladığı insanlara iş verdi. New Yorkluların gözünde bir hiç olan, işe yaramaz olarak görülen insanlara iş verdi. Etrafta dolaşır ve evsizlere yardımda bulunurdu. Onları o kirli hayattan çekip çıkarır, İslam’ın saf öğretilerini öğretirdi. Yanında bir misafiri olmadan sofraya oturmayan, yemek yemeyen Hz. İbrahim (as)’ın sünnetini izliyordu.
Ve New York City’de Şeyh Efendi çok büyük bir imtihandan geçti. Çok sevdiği bir erkek kardeşi vardı, Ayhan. Ve Ayhan tıpkı Şeyh Efendi’ye benzerdi. Beraber büyümüşler, Amerika’ya beraber gelmişlerdi. Ansızın bir gün, hiçbir tıbbi açıklaması olmadan Ayhan vefat etti. Ve Şeyh Efendi, defin işlemleri için onu bir başına Kıbrıs’a geri getirmek zorundaydı. Bu imtihanın tamamını Şeyh Efendi yabancı ve garip bir ülkede yalnız başına atlattı. Şeyhine olan muhabbeti, Efendimiz (asvs)’a, Allah’a olan muhabbeti asla zayıflamadı.
1981 yılında Şeyh Efendi Türkiye’deydi. Allah dediği için devlet güçleri tarafından tutuklandı. Hz. Yusuf (as)’ın imtihanından geçti. Zalimler ona türlü türlü işkenceler yaptılar, elektrik verdiler ve üzerinde daha bir çok şey yaparak Şeyh Mevlana’ya ihanet etmesini sağlamaya çalıştılar. Ancak tıpkı, “Ben Hz. Muhammed Aleyhisselam’a bir diken batmasına bile razı olamam,” diyen Hubeyb bin Adiy gibi Şeyh Efendi de asla Şeyhine ihanet etmedi. Serbest bırakıldı ve Amerika’ya geri döndü. Şeyh AbdülKadir Geylani’ye verdiği gibi, Allah (svt) da Şeyh Efendi’ye o zamana göre muazzam nimetler, muazzam bir servet bağışlamıştı. Ve tıpkı Hz. İbrahim bin Ethem gibi o servet kendisinden geri alınmıştı. Ancak bu Şeyh AbdülKerim’i değiştirmedi. Elinde avucunda hiçbir şey olmasın ya da isterse dünyevi olarak her şeye sahip olsun, o her daim Allah yolunda yürümeye devam etti.
Amerika’da bir cemaat oluşturdu. Yirmi yılı aşkın bir süre, New York’un kalbinde zikir yaptı. İnsanları İslam’a çağırıyordu. İnsanları Peygamber sevgisine çağırıyordu. İnsanları Evliyaullah sevgisine çağırıyordu. Nefretten başka hiçbir şey vermeyen vahhabiliğe karşı, tek başına savaş veriyordu şehirde. Aç insanları doyuruyordu. Uyuşturucu bağımlısı olmuş insanlara, kölesi oldukları şeyden kurtarmak için yardım ediyordu. Eli hep açıktı, diğerleri ona defalarca ihanet de etse, her zaman veriyordu. Karnını doyurduğu insanlar dönüp elini ısırsalar bile, vermeye devam ediyordu; çünkü bunu başka insanlar için değil, Allah rızası için yapıyordu. Sıradan bir insan kıyafetine bürünmüş bir Sultan’dı o. Herkesin arasında gizlense de, Allah ve Peygamberi tarafından biliniyordu.
2001’de Türkiye’ye gitti ve Mevlid verdi. Ve İzmir’deki bu mevlidde zikir yaparken, devlet kuvvetleri bulunduğu yeri basıp kendisini tutukladı. Silahlarla gelmişlerdi; bir karmaşa çıkmasını ve bu sayede ateş açıp oradaki herkesin işini bitirmeyi, bunlar terörist demeyi umuyorlardı. Şeyh Efendi hiç karşı koymadı. Başını önüne eğdi ve tıpkı Hz. İbrahim (as) gibi, “Hasbinallah ve nimel Vekil,” dedi ve yanındakilere de karşı koymamalarını söyledi. Kendilerini onun müridi olarak addedenlerle birlikte mahkemeye çıkarıldı. Ve o mahkemede, Hz. İsa (as)’nın sünnetini yaşadı. Bütün müridleri yüzüne bakıp, “Bu adamı tanımıyoruz,” dedi. Ona ihanet ettiler. Ve Şeyh Efendi Hz. Yusuf’un sünnetini yerine getirmek üzere yeniden hapse girdi. Hapishanede Hak içi ayağa kalktı. Hapishanede ezan okudu, zikir yaptı. Aynen Dört Mezhep İmamları, aynı İmam Rabbani gibi, zindanların karanlığına İslam’ın nurunu getirdi. Sadece Allah’a dayandı.
Bir süre sonra serbest bırakıldı. Ve tıpkı Peygamber Efendimiz (sav) gibi yeniden hicret etti. Buraya, şu anda bulunduğumuz yere hicret etti. Sıddıki Center’a, Sidney Center’a, tarih boyunca Allah’ın isminin hiç bilinmediği bu yere hicret etti. Geldi ve Allah’ın buraya, bu toprakların üstüne imzasını atmasını sağladı. Geldi ve buraya Zikrullah’ı getirdi. Geldi ve Adem Aleyhisselam’ın yaradılışından beri Kelam'ın mübarek kelimelerini hiç işitmemiş olan bu dağlarda ilk defa ezan okudu. Peygamber Efendimiz (sav)’in Medine’yi inşa etmesi gibi, o da bu yeri inşa etti.
Buraya, (bu dağa) geldi. Ve bizzat kendisi dağ gibi yükseliyordu. Ve Sahabelerin yaptığı gibi, insanlar buraya onun cemaatinde bulunmaya geldiler. Özellikle de ilk günlerde hiç kolay değildi. Kışın ne bir ısıtma, ne de sıcak su vardı. Kışlar çok sert geçiyordu. O zamanki mescid, koyunların ahırıydı. Tam şu an oturduğunuz yerde yüz tane koyun dolaşıyordu. Ancak oradakilerin kalpleri birer gül bahçesi gibiydi. Bu cemaatte bulunmaktan, Peygamber Efendimiz (asvs)’ın ayak izinden yürümekten mutlu oluyorlardı. Kendileri de şehrin keşmekeşinden çıkıp gelmiş olan o gençler, hayatlarında ilk defa dünyadan Mevla’ya koşmanın ne demek olduğunu hissediyorlardı.
Şeyh Efendi tüm dünyayı gezmeye ve vazifesini yapmaya başladı. Çünkü ona yazılmış çok büyük bir vazifesi vardı: Dünyayı Hz. Mehdi (as)’ın gelişine hazırlamak. Şeyh Efendi şöyle anlatıyor:
“Babam (rahmetullah aleyh) her zaman, ‘Mehdi Aleyhisselam’ın gelmesini bekliyoruz,’ derdi. Bekledi, bekledi ve bu dünyadan ayrılacağını bilip anladığı zaman, ‘Onu bekledik,’ dedi, ‘Bizim zamanımız doldu. Biz gidiyoruz.’ Ancak bana şunları söyledi: ‘Sana gelince, senin görme ihtimalin çok fazla. Deden de bekledi, dedenin dedesi de, ben de bekledim ama zuhur etmedi.’ ‘Bizim Dönemimizde zuhur etmedi ve ben de gidiyorum,’ dedi. ‘Hakkında hiçbir şey bilmiyorum,’ demedi. ‘Henüz zuhur etmedi. Biz de göçüyoruz,’ dedi, ‘Sen onu görebilirsin.”
Dünyayı bu zuhurata hazırlıyordu Şeyh AbdülKerim. Kendimizi deccalin fitnesinden koruyabilmemiz için hazırlıyordu dünyayı. Türkiye’ye girişi yasaklı bile olsa, Türkiye’de bir camaat oluşturdu. Avrupa’da, Hindistan’da, Güney Doğu Asya’da, Çin’de, Bosna Hersek’te, Güney Amerika’da, dünyanın her yerinde cemaatler oluşturdu. İnsanlar onun yaptıkları ile bu Tarikat’a dahil oluyorlardı. Ve seyahat ettiği zaman, adeta zulmete giren bir nur olurdu. Aynen Tac Salâtı’nda Peygamber Efendimiz (sav) için yapılan tasvirdeki gibiydi: “Fakirlerin, gariplerin, düşkünlerin sevgilisiydi.” Hindistan’a gittiğinde, insanlar sırf yüzünü görünce bile ağlamaya başlarlardı. Onlar için dua ediyor, onların karnını doyuruyor, onlarla ilgileniyordu —bu zalim dünya tarafından unutulup gitmiş olan insanları, Şeyh AbdülKerim unutmamıştı. Sadece Müslümanlar için değil, Hindular, Budistler, diğer insanlar için de dua ediyordu. Onun rahmeti, Efendimiz (asvs) gibi, ümmeti içindi.
Dünyanın dört bir tarafında Şeyhinizin vazifesi üzerine çalışıyordu. Ve ardından Allah (svt), kendisine Hz. Eyyub (as)’ın imtihanını gönderdi. Hastalıkla imtihan ediliyordu. İnsanlar bu kısmı bilmiyor. Biz yanındaydık. Şeyh AbdülKerim’in o güçlü elleri açılamıyordu bile. Hareket etmeye çalıştığı vakit bütün vücudu ateşler içinde kalıyordu. Hiçbir tedavi işe yaramadı. Tek şifa bulduğu şey, arıları alıp kendisini sokmalarını sağlamasıydı. Allah (svt)’nın Kur’an-ı Kerim’de bahsettiği, İlahi İlham ile işleyen bu mübarek hayvanlar ile kendisine arı terapisi uyguluyordu.
Aynı zamanda da Hz. Nuh Aleyhisselam ve Hz. Lut Aleyhisselam’ın imtihanlarından geçti. Kendi evinin içindeki insanlar bile onu terkvediyor, ihanet ediyor, canını acıtıp kalbini kırıyordu. Ancak Şeyh Efendi Yalnızca “Hasbinallah ve Nimel Vekil”, dedi ve yoluna devam etti. Şeyhinin vazifesi üzerine devam etti. O acı içinde bile New Jersey’e üç saatlik yolda araba kullanır, her türlü hava şartlarında Cemaati görmeye giderdi. O acı içinde bile vazifesi üzerine devam edebilmek için Kıbrıs’a gidebiliyordu. Normal bir insan olsaydı belki acıdan ölürdü. Ancak Şeyh Efendi dimdik durdu ve devam etti. O sabırlıydı.
Ve sağlığı yerine gelirken, bu sefer de bu dünyadaki vaktinin bitmeye yaklaştığını gördü. Müridlerine nasıl devam etmeleri gerektiğinin talimatlarını verdi. Ve içlerinden bazılarına da, tam olarak neler olacağını anlattı. Gidip, defnedileceği yeri ziyaret etti. Ve 10 Şaban 1432, 30 Haziran 2012’de, bu dünyadan perdelendi. Perdelendi diyoruz, çünkü perdelendiğini Şeyh Mevlana söylüyor. Şeyh Mevlana şöyle diyor:
“Öbür tarafa, Kaf Dağı’nın arkasına aldılar onu. Anladın mı? Evliyalar o taraftadır. Okkalılar o taraftadır. Buradan gaybettiler onu.”
Bunlar, Şeyhimizin kim olduğunu sadece birazcık hissettiriyor bizlere. Bir ömür boyu otursak da onu tarif edemeyiz. Çünkü Şeyh Mevlana, Şeyh Efendi’nin bir yaşam süresi içinde 50 insanın hayatını yaşadığını söylemiştir. Ancak onun hakkında birazcık daha kelam edebiliriz.
Şeyh Mevlana’yı müdafaa edişinde, Hakk’a hizmetinde, Allah yolundaki eksiksiz fedakarlığı ve Allah (svt)’nın önündeki hassasiyeti ile Hz. Ebu Bekir gibiydi.
İnsanlara olan ilgi ve şefkatinde, adalet anlayışında ve Hakk için sesini çıkarışında Hz. Ömer gibiydi.
Keremi ve hayası ile Hz. Osman gibiydi.
İlmi, irfanı ve etkileyiciliği ile Hz. Ali gibiydi.
Gücü ve cesaretiyle Hz. Hamza gibiydi.
Fedakarlığı ve teslimiyetiyle Hz. Hüseyin gibiydi.
Sesi, Hz. Davud Aleyhisselam’ın sesi gibiydi.
Yusuf Aleyhisselam gibi güzeldi. Ve evet, Hz Ayşe’nin dediği gibi eğer Züleyha’nın yanındakiler bizim Şeyhimizi görseydi, ellerini değil, kendi kalplerini keserlerdi Aşktan.
Sultan Osman Gazi’ni rüyası gibi bir rüyası vardı. Fatih Sultan Mehmet gibi bir gayesi vardı. Sultan Süleyman gibi bir medeniyet inşa edebilirdi. Bu ümmete karşı Sultan AbdülHamid Han gibi ilgi ve endişe duyuyordu. Ve tıpkı Çanakkale Şehitleri gibi, o da hayatını İslam için, Hilafet’e hizmet için verdi. Onu hiçbir şekilde tarif edemeyiz. Tıpkı Ebü’l Hasan Harakâni (ks)’ın dediği gibi: “İnsanlar beni tarif edemez. Hangi kelimeleri kullanırlarsa kullansınlar, ya da beni hangi sınıfa koyarlarsa koysunlar fark etmez, ben onların dediklerinin dışındayımdır.” O kendisini ne olarak tanımlıyorsa, bizler de ona o şekilde seslenelim. O bir Abdullah’tı. Allah’ın Kulu’ydu. Bu sıfat ile yaşadı, bu sıfat ile terk etti dünyayı. Ve yine bu sıfatla yaşamaya devam ediyor. Tüm dünyayı davet ettiği şey, Allah’ın kulu olmaktı. Abdullah olmaktı. Abdullah olun.
Hayatını ve kişiliğini, belki de en iyi olarak Tarikatımızın Piri Hace Şah-ı Nakşibend’in sözleri tarif ediyor: “Ricalullah kendi yaptıklarına hayranlık duymazlar. Onlar sadece Allah aşkıyla hareket ederler.”
Bunlar Sahibul Saif Şeyh AbdülKerim el Kıbrısi el Rabbani’nin hakikatinin sadece küçük bir parçası. Onun hakkında bir şeyler öğrenmek isteyen varsa gelebilirler. Onun vazifesi devam ediyor. Hizmeti devam ediyor. Allah (svt) bu yolu devam ettirmemiz için bizlere güç versin.
Cenab-ı Hak’tan onu sevdiğimize şahit olmasını diliyoruz. Hz. Ebu Hureyre (ra)’ın bildirdiğine göre, Mahşer Günü kul Allah (svt)’nın elleri arasına getirilir ve şöyle sorulur: “Benim Evliyamı sevdin mi —ki seni bugün onunla buluşturayım?” (İhya)
Ya Rabbi, bu mübarek günde onu sevdiğimize şahit olmanı diliyoruz. Bizi dünya ahiret onunla birlikte kıl. Onun hürmetine bizleri bağışla, acizliğimizi bağışla.
Amin.
Şeyh Lokman Efendi Hz
Sahibul Sayf Şeyh Abdulkerim el Kibrisi (ks) ‘nin Halifesi
Cuma Hutbesi
Osmanlı Dergahı, New York
15 Şevval 1439
29 Haziran 2018
Hutbenin İngilizce aslına buradan ulaşabilirsiniz.
Comments