BismillahirRahmanirRahim
Elhamdüllillah, Elhamdüllillah, Elhamdüllillah, rabbil alemin vessalatu ve salamu ala Resuluna Muhammedin ve ala alihi ve Sahbihi ecmain nahmadullahu te’ala ve nastağhfiruh ve naşhadu an-lailaha ilallahu vahdahu la şerike leh ve naşhadu enne Seyyidina Muhammedin Abduhu ve Habibuhu ve Resuluhu Sallallahu Alayhi ve ala alihi ve ezvacihi ve eshabihi ve etbaihi.
Hulefail raşidin mahdin min ba’di vuzerail immeti alal tahkik. Hususan minhum alal amidi. Hulefai Resulillahi ala tahkik. Umara il müminin. Hazreti Ebu Bakr ve Ömer ve Osman ve Ali. Ve ala bakiyati ve Sahabe-i ve tabiin, RıdvanAllahu te’ala aleyhim ecmain. Ya eyyuhel müminin el hadirun, ittakullaha te’ala ve ati’uh. Inna Allaha ma allathina-takav vel-lathina hum muhsinin.Elhamdülillahi Rabbil Alemin. Ve Salatu ve Salamu ala Eşref al-Enbiya’i ve İmam el-Murselin, Seyidina ve Mevlana Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ecmain.
Bütün hamdler Allah’a mahsustur.
BismillahirRahmanirRahim
“Allah, gökleri gördüğünüz herhangi bir direk olmadan yükselten, sonra Arş’a kurulan, güneşi ve ayı buyruğu altına alandır. Bunların hepsi belli bir zamana kadar akıp gitmektedir. O, her işi (hakkıyla) düzenler, yürütür, âyetleri ayrı ayrı açıklar ki Rabbinize kavuşacağınıza kesin olarak inanasınız. O, yeri yayıp döşeyen, orada dağlar, nehirler meydana getiren, orada her türlü meyveden iki eş yaratandır. O, geceyi gündüze bürüyor. Şüphesiz bunlarda, düşünen bir kavim için deliller vardır. Yeryüzünde birbirine komşu kara parçaları, üzüm bağları, ekinler; bir kökten çıkan çok gövdeli ve tek gövdeli hurma ağaçları vardır ki hepsi aynı su ile sulanır. Ama biz ürünleri konusunda bir kısmını bir kısmına üstün kılıyoruz. Şüphesiz bunda aklını kullanan bir kavim için deliller vardır.” (13/Ra’d:2-4)
Sadakallahül Azim.
Allahım! Nebin ve Resulün Efendimiz Muhammed’e hem seçilip çıkartılmış, tertemiz dostun Efendimiz İbrahim’e, hem de kendisiyle konuştuğun, kelîmullâh Efendimiz Musa’ya, ayrıca Ruhullah ve Kelîme efendimiz İsa’ya ve meleklerin, resullerin, nebilerin, hayırlı kulların, yer ve gök ehlinden seçilip çıkarttığın asfiyâ, Allâh’ın ikrâmına ulaşmış hâlis kullar ve velî kullarının hepsine de salat ve selâm eyle. Bereket ihsân eyle.
Allah-u Teala yarattıklarının sayısınca, arşının ağırlığınca, kelimelerinin sayısı ve çokluğu kadar, zikredenlerin O’nu zikrettiği, zikrinden gafil olanların da gafleti kadar layık olduğu şekilde efendimiz Muhammed’e, ehl-i beyt’ine ve pâk nesline kelimenin tam manasıyla salat ve selâm eylesin. (Delailü’l Hayrat)
Ya Rabbi, salatü selamlar onun asil ehl-i beyti ile mübarek sahabelerinin, bilhassa Dört Hulefai Raşidin, Hz. EbuBekir Sıddık, Hz. Ömer el Faruk, Hz. Osman el Gani ve Hz. Ali el Murtaza ile kıyamete dek onların izinden yürüyenlerin, bilhassa Tarikat-ı Nakşibendiyyetil Aliyya meşayihlerin ve Şanlı Osmanlı Sultanları’nın üzerine olsun.
Ey Müminler! Allah (svt) zamana yemin ediyor. Zamanı israf etmek bize haramdır. Bu Ramazan’da, Ramazan’ın ortasındaki bu on günde, bu mağfiret günlerinde zamanı israf etmemeliyiz.
BismillahirRahmanirRahim
“Andolsun zamana ki, insan gerçekten ziyan içindedir. Ancak, iman edip de sâlih ameller işleyenler, birbirlerine hakkı tavsiye edenler, birbirlerine sabrı tavsiye edenler başka.” (103/Asr:1-3)
Sadakallahül Azim.
İmam Şafii (ra), bu Sure’nin kendi başına tüm insanlığa yetecek bir rehber olduğunu söylemiştir.
Ey Müminler! Kendisini öldürmeye gelen düşmanlarını evine buyur eden, onları doyuran, onlarla arkadaşlık eden ve onlar başını kesecekken onlarla beraber uyuyan bir kişi, ne cahil bir insandır! Bizim halimizin hakikati budur. O yüzden ziyandayız. Çünkü düşmanlara kapıyı açıp, onlara en yakın dostumuzmuş gibi muamele ettik ve Allah Dostları’nın yüzüne kapıyı kapatıp, onlara düşmanımızmış gibi davrandık. Bunlar her kademede, dünyada, dünyevi düzeyde yaşanan şeyler. Müminler ve kafirler, her biri kendi hayat tarzlarını yaşayıp karmakarışık olmuşlar. Müslümanlar ve Müslüman devletlerin ise hepsi satılmış, Ümmet-i Muhammed’i ve bu dini koruyup kollamakta başarısız olmuşlar. Müslümanların sofralarına baskın yapsınlar diye Hakkın düşmanlarını davet etmişiz.
Peygamber Efendimiz (sav)’in 1400 sene önce söylemiş olduğu gibi, bir gün gelecek düşmanlar, aç kurt gibi, vahşi hayvanlar gibi sofralarınızın başına üşüşecekler. Eshab-ı Kiram hayrete kapıldı,
“Ya Resulullah, bu gerçekten yaşanacak mı?” dediler.
“Evet,” dedi.
“Bizler İslam’a ve imana geldikten sonra da mı?”
“Evet.”
“O gün biz sayıca az olacağımız, onlar sayıca üstün olacağı için mi bu gerçekleşecek?” diye sordular.
“Hayır,” dedi.
“Elimizde hiçbir aracımız, malvarlığımız, onlara karşı savaşacak kaynağımız olmadığı için mi olacak?”
“Hayır,” dedi (sav), “Sayıca çok fazla ve zengin olacağız.”
Orada bulunanlar Efendimiz (sav)’e yeniden sordular: “O zaman bu kadar aşağılık bir duruma düşecek olmamızın sebebi nedir ya Resulullah?”
O (sav) de şöyle cevap verdi: “İçinizdeki dünya sevgisi ve ölüm korkusu yüzünden.” (Ebu Davud)
Bunu bugün kendi gözlerimizle de açıkça görebilmekteyiz. Yirmi dört saat boyunca, fertlerden hükümetlere kadar herkes bu dünyanın peşinde koşuyor. İnsanın kendi gölgesini yakalamaya çalışması gibi bu dünyayı yakalamaya çalışıyor. Ama konu ahirete geldi mi, bunu her an başlarına gelebilecek bir hakikat olarak görmüyorlar. Ama her saniye ölümün yaşandığını biliyoruz, görebilmesi için herkesin parmak uçlarında bu bilgi. Fakat kalplerimiz mühürlenmiş. Çünkü dünyayı sevdiğimiz zaman, ölümden nefret ederiz. Dünyadan nefret edenler ise Allah’a koşarlar.
Durum bu. Ve düşmanı içeri aldığımız müddetçe, bunlar her an daha da yakınımızda yaşanmaya devam ediyor. Bunlar dış politika. Bir de iç politika vardır, batıni politikalar. İçimizde de savaşlar ve çatışmalar yaşanıyor, ancak çoğu kişinin bundan haberi yok ve çoğunluk bu fikre karşı. Bedir Savaşı’nı anıyoruz; en zor zamanda ve en zor koşullar altında, Müslümanların kafirlere karşı girdikleri ilk savaş, İslam’ın kaderini belirleyen en mühim savaş.
Bizler yalnızca pis bir su damlasıyla oluşmuş bir et parçasından ibaret değiliz, hayır. Bizim içimizde ruh var. Yaradılıştaki en eski, en kadim şey. O ruh hakkında Allah (svt) şöyle buyuruyor:
BismillahirRahmanirRahim
“Sana ruh hakkında soru soruyorlar (Ya Muhammed). De ki: ‘Ruh, Rabbimin bileceği bir şeydir. Size pek az ilim verilmiştir.” (17/İsrâ:85)
SadakallahülAzim.
Evet, o ruh bizim her birimizin içinde mevcut. Sadece Yahudilerin değil, sadece Hristiyanların değil, sadece Müslümanların değil, yalnızca kendilerinin insan olduğunu, kalan herkesin hayvan olduğunu söyleyen bir takım milletlerin içinde değildir sadece. Herkesin içinde vardır. Allah (svt)’nın bu dünyaya getirdiği ve getirecek olduğu her bir insanın içinde vardır. İçimizdedir. Tarikatta olanlar için, Efendimiz (asvs)’ı takip edenler için ise, içimizdeki düşmanları, o ruhu öldürmeye çalışan, nurunu çalmaya ve ateşe doğru giderek şeytanı takip etmeye çalışan içimizdeki düşmanları tespit edip anlamamızı sağlar. Bizim içimizde en itaatsiz mahluklardan biri, nefsimiz var. İçimizde, nefsimizle işbirliği yapan, nefsimizi bizi mahvetmesi için yönlendiren şeytan var. İçimizde, dikkatimizi bu dünyadaki vazifemizden uzaklaştırmak için rüzgar gibi esen arzularımız var. İçimizde, Allah’ın Tahtı’nı çöp yığınına çeviren, kendi kalbimize kendimiz koyduğumuz dünya var. Bunların hepsi bizim içimizde oluyor. Ancak uykudaki bir insan, hiçbir şey anlamayacaktır. Fakat uyanık olan kişi (bilir ki), her an Bedir’dir, her an Kerbela’dır, her an Çanakkale’dir. Uykuda olduğumuz zaman ise, nefsimizin ve şeytanın elinde, onların şer işlerinde birer kuklaya dönüşür ve isyankar olup, Allah’a açıkça düşmanlık ederiz.
Bu yüzden de Allah (svt), Yasin Suresi’nde şöyle buyrmuştur:
BismillahirRahmanirRahim
“İnsan, kendisini bir damla sudan yarattığımızı görmedi mi de, şimdi apaçık bir hasım kesildi?”(36/Yâsîn:77)
Sadakallahül Azim.
Ey Müminler! Ramazan Ayı’ndayız. Artık uykudan uyanma zamanımız. Düşmanın ne olduğunu anlama ve içerideki bu düşmanlara karşı savaşma zamanı. Uyanıp, gerçek cihada, Cihadül Ekber’e, nefsimize karşı olan cihada başlama zamanı. Bu savaşın nasıl riskler barındırdığını anlayın. Eğer kaybedersek, o zaman gizli şirk işlemiş olanlardan, nefsine köle olanlardan yazılırız.
Şeyhimiz Sahibul Saif Şeyh Abdül Kerim el Kıbrısi el Rabbani (ks) şöyle anlatıyor,
“Nefsinizin keyfine karşı savaştığınızda, o zaman bir yerlere varabilirsiniz. Yoksa nefsinizi ilah edinmiş olursunuz. O zaman iki ibadethaneniz olur. İki yere ibadet ettiğin zaman ne yapmış olursun? Şirk. Bugün birçok Müslüman şirk işliyor. Gizli şirk. Efendimiz (asvs) bildirmiş:
‘Allah’a ibadet etmek isterken nefsinizin isteklerine uyarsanız, bu gizli şirk olur. O zaman nefsinize tapınmış olursunuz.'
Büyük Şeyhimiz diyor ki, “İki şeyi ilah edindiğinde, onlardan birini öldür. Bir tanesini ortadan kaldır, bir tane bırak.”
Nefslerimiz, Allah (svt)’nın yanında kendilerini ilah ilan ediyorlar. Allah (svt)’nın yarattığı başka hiçbir mahlukat, Allah (svt)’nın yaratıp içimize koymuş olduğu bu mahluk dışında hiçbir şey kendini ilahlaştırmamıştır. Gaflette olup nefsimizin boyunduruğuna düşmek, aslında Allah (svt)’ya ortak koşan, ortak koşmaya talip olanı ilahlaştırmak ve ona hizmet etmektir. Büyük Şeyhimiz Şeyh Mevlana Muhammed Nazım Adil el Hakkani (ks)’ın söylediği gibi:
“Her Peygamber, Allah Teala’dan farklı bir usul getirmiştir ki, nefsi terbiye edip, ‘Ya Rabbi, ben Sana teslim oldum,’ diyebilelim. Ama nefsimiz Allah’a dönüp, ‘Hayır, teslim olmayacağım,’ der. Allah, nefsimize, ‘Sen kimsin?’ diye sorduğunda, nefs, ‘Sen Sen’sin, ben de benim,’ diye cevap verdi. Bunun üzerine Allah Teala, nefsin bin yıl boyunca cehenneme atılmasını buyurdu. Ardından nefsi çıkardı ve aynı soruyu yeniden sordu. Nefs cevap verdi, ‘Sen Sensin, ben de benim.’ Bu sefer de bin yıl boyunca cehennemin soğuk yerine atılmasını buyurdu. Ardından kendisine yine soruldu: ‘Sen kimsin?’ Ve nefs, öncekiyle aynı şekilde cevap verdi. Bu sefer de bin yıl boyunca açlık vadisine atılması emredildi. Birkaç gün sonra tekrar çağırıldı ve aynı soru tekrar yöneltildi. Bu sefer şöyle cevapladı: ‘Sen benim Rabbimsin, ben ise Senin kulunum.”
Nefs her zaman kendi ilahlığını iddia eder. İlahlık, Rabbaniyet sadece Allah’a mahsustur. Peygamber Efendimiz (sav), Allah’ın oruç emrini getirdi. İş açlığa geldi mi, nefs siner ve, “Artık Senin önünde ilahlık iddia etmiyorum. Ben Senin aciz kulunum. Ve Sen de benim Rabbimsin,” der. Kendini kontrol edemeyen kişi korkunç bir haldedir, çok tehlikelidir. Oruç, sözünüzü dinlemesi için nefsinizi kontrol edebilme kabiliyeti kazandırır. “Yap,” dersiniz, yapar. “Dur,” dersiniz, durur. O yüzden başından sonuna kadar oruç, kulluğun temel şartlarından biridir. O olmadan hiç kimse gerçek kulluğa ulaşamaz. Çünkü aksi takdirde nefs her daim galip gelir. Sırtınıza biner ve, “Beni izle!” der.
Ey Müminler! Allah (svt)’nın, nefsimizi bitap düşüren orucu bahşetmiş olduğu Ramazan Ayı’nın gün ve gecelerinde bulunuyoruz. Onların bizi idare etmesi yerine, nefsimizi yeniden ellerimize alıp, kendi nefslerimizi sürme fırsatına sahibiz şimdi. Fakat nefsinizi sürmeyi size kim öğretecek? Bu kitaplardan, internetten ya da kendi tasavvurunuzla elde edebileceğiniz bir kabiliyet değildir. Vahşi ve ehlileştirilmemiş bir ata öylece gidip üstüne binerek onu süremezsiniz. Sizi üzerinden atıp boynunuzu kırar. İlk önce onu nasıl ehlileştireceğinizi size gösterecek olan bir ustanın yanına gitmeniz lazım. Savaştayken, size nereye gidip ne zaman ne yapacağınızı söyleyen bir komutanın emri altında olmalısınız. En büyük cihadın içindeyken, nefsinize karşı yürüttüğünüz Cihadül Ekber’deyken bir mürşidiniz olmalı. Bizim mürşidimiz Peygamber Efendimiz (sav) ve o irşadı miras olarak bırakmış, o sırrın devam edebilmesi için Ashabına, kıyamete kadar sürecek şekilde, Tabiin’e ve oradan da Tebe-i Tabiin’e aktaran Eshab’ı Kiram’a bırakmıştır. Ehl-i Sünnet vel Cemaat budur. Peygamber Efendimiz’in sünnetini izleyenlerin yolu budur. Eshab-ı Kiram asla, “Ben doğrudan Allah’a giderim,” dememiştir. Tabiin asla, “Ben doğrudan Peygamber’e giderim,” dememiştir. Tebe-i Tabiin asla, “Doğrudan Rabbime giderim,” dememiştir. Hepsi de, “Biz bu ilmi Allah’tan alan Peygamber’den almış olanlardan aldık,” demişlerdir.
Şeyhimiz şöyle anlatıyor: Biliyorum demeyin. “Ben biliyorum. Bir şeye ihtiyacım yok. Hiçbir öğretmene, hiçbir rehbere ihtiyacım yok. Ben kendi kendimi temizleyebilirim,” demeyin. Yapamazsınız. Bu binayı bile tek başınıza bulamazsınız. Size nerede olduğumuzu söylemeseydik, gelip bu adresi, bu odayı bile bulamazdınız. Bu binada birçok oda, birçok daire var. Kendi kendinize bulamazsınız. Ve bu sadece dünya. Dünya. Peki ya Cennet? Cenneti biliyor olsaydınız yeniden titremeye başlardınız, çünkü Cennette de kaybolmak istemezsiniz. Size tayin edilmiş olan yerinize gitmeniz gerek. Çılgınlar gibi ortalarda koşturamazsınız. Allah (svt)’nın yarattığı her şey nizamlıdır.”
21. yüzyıl insanları, gencinden yaşlısına, “Bir rehbere ihtiyacım yok, bir mürşide, hocaya ihtiyacım yok. Bir plana ihtiyacım yok. Benim beş duyum yok mu? Kendi aklım yok mu? Dünyadaki bütün bilgileri parmak ucumda taşıyan telefonum yok mu? Neden gidip de hatalı olduğumu söyleyecek bir takım insanların yanında oturup onlarla cemaat olayım ki?” diyorlar. İslam’ın Delili, Hüccet-ül İslam İmam Ebu Hamid Gazali Hz.’den daha akıllı kim var? Kim öyle olduğunu söyleyebilir? Bütün fenni ve dini ilimlerde, o zamanın dünyadaki en büyük üniversitenin en büyük profesörüydü. Ancak kendi kendine idrak etmişti; nefsi kontrol etmek için girilen bu Cihadül Ekber’de, kendi aklına güvenemeyeceğini fark etmiş, şöyle demişti:
“Duyularımdan gelen delillere nasıl güvenebilirim ki? Bunlardan en kuvvetlisi göz hasasıdır —gölgeye bakıp, onun hareketsiz olduğunu görüp, hareketsiz olduğuna hükmedebiliriz. Fakat bir müddet sonra tecrübe ve müşahede ile anlarız ki o hareket halindedir. Ancak bu hareket birdenbire olmayıp, tecridi gerçekleşiyor ve aslında hiçbir zaman da sabit değildi. Göz, yıldıza bakar ve onu bozuk para gibi küçük müşahede eder, halbuki dünyadan bile büyüktür. Bunlar bana, duyularıma güvenmenin beni tamamen yanılgılar üzerine kurulmuş akli çıkarımlarla dolu bir hükme götüreceğini gösterdi.”
Gözlerinize bile güvenemiyorsanız, o zaman kime, nasıl güvenebilirsiniz ki?
Şu hadiseye kulak verin. En büyük İslam alimlerinden İmam Fahreddin er-Râzi, bu dünyadan göç etmek üzereydi. Şeytan ölüm döşeğine geldi —kimse bu kısımdan bahsetmiyor; vefat etmek üzereyken şeytanın nasıl geleceğinden, nefsinin nasıl deliye döneceğinden, arzularının nasıl deliye dönüp sizi kandırmaya çalışacağından bahsetmiyorlar. Şeytan yanına geldi, ki kendisi en büyük İslam alimlerinden biriydi. Şeytan geldi ve şöyle dedi, “Allah’ın var olduğunu nereden biliyorsun?” Ona bunu sordu. Ve İmam er-Râzi, ölüm döşeğinde şeytanla münakaşaya başladı. Allah’ın varlığına mantıki deliller sundu. Ancak bunun ardından şeytan onunla tartışmaya başladı ve onun fikrini çürüttü. Yeniden münakaşaya başladılar, bir öyle bir böyle, ta ki şeytan İmam er-Râzi’nin yüz tane iddiasını çürütene kadar devam ettiler. Ölmek üzere olan İmam er-Râzi, öyle bitap düşüp, ümitsizliğe kapılmıştı ki, neredeyse imanını kaybedecekti. Bu yaşananlar gerçek, hikaye değil. Gerçek bunlar. Fakat bir Şeyhi vardı. Şeyhinin sesi kalbine geldi ve dedi ki,
“Ey Müridim! O şeytana söyle, sen Allah (svt)’ya, hiçbir delile muhtaç olmadan iman ediyorsun.”
İmam er-Râzi bunu söylediği anda, şeytan kaçıp gitti. Çünkü İmam’ın kalbinde artık şüphe için yer olmadığını biliyordu.
Ey Müminler! Bize yol gösterecek birini rehber, mürşid edindik mi? Öyle bir mürşid ki, Şeyhi tarafından bin yıllık bir gelenekle irşad olmuş, sünnetleri yaşatan, şeriata uyan ve onu muhafaza eden, hiçbir beklenti içinde olmayan biri. Çünkü şeytan her dakika imanımıza saldırılarda bulunuyor. Hiçbir kişiyi, şeytanla savaşmış, nefsini fethetmiş birini, bize de bunları yapmayı öğretsin diye yardımcımız belledik mi? Eğer böyle yapmadıysak, o zaman önümüzde yürüyeceğimiz uzun, zorlu ve yalnız bir yol var demektir. O zaman deccal geldiğinde çok kolay bir şekilde kandırılacağız demektir.
Bu dünyaya kendimiz için cennete çevirelim diye gönderilmedik. Bizim evimiz Cennet. Bizim esas evimiz Cennettedir. Ancak itaatsizlik yüzünden evimizden kovulduk. Bu dünya bir sürgün yeridir. Hüzün ve güçlük yeridir. Bu dünya bir zindandır. Bu dünya, müminler için sıla hasretidir. Bu dünyadaki her şey size keyif verecek hale gelse bile hasret çekeceksiniz. Çünkü burası değil sizin eviniz. Burası dünya, burası imtihan yeri. Kur’an-ı Kerim’de Allah (svt)’nın buyurduğu gibi:
BismillahirRahmanirRahim
“Andolsun ki sizi biraz korku ve açlıkla, bir de mallar, canlar ve ürünlerden eksilterek deneriz. Sabredenleri müjdele. Onlar; başlarına bir musibet gelince, “Biz şüphesiz (her şeyimizle) Allah’a aidiz ve şüphesiz O’na döneceğiz” derler. İşte Rableri katından rahmet ve merhamet onlaradır. Doğru yola ulaştırılmış olanlar da işte bunlardır.” (2/Bakara:155-157)
Sadakallahül Azim.
Bizden önce gelenler imtihandan geçtiler. Ey Müslümanlar, bu imtihanlardan muaf olacağımızı sanmayın. Aslında ahir zaman insanları olarak bizler, Allah (svt)’nın bu yeryüzüne vermiş olduğu en büyük imtihanlardan biriyle, Peygamberimizin bin dört yüz yıl önce Ashabını uyarmış olduğu, mezarlarında yatanların bile tabi tutulacağını söylediği imtihanlardan biriyle yüzleşiyoruz. Fakat çoğu kimsenin sesi çıkmıyor. Birçokları ümmetin uykuda kalmasına izin veriyor, onları uykudan uyandırmıyor. Allah imtihandan geçirileceğimizi temin etmiş, şöyle buyurmuştur:
BismillahirRahmanirRahim
“İnsanlar, ‘İnandık’ demekle imtihan edilmeden bırakılacaklarını mı zannederler? Andolsun, biz onlardan öncekileri de imtihan etmiştik. Allah, doğru söyleyenleri de mutlaka bilir, yalancıları da mutlaka bilir.” (29/Ankebût:2-3)
SadakallahülAzim
İlk Müminlerin geçmiş olduğu en büyük imtihanlardan birinin sene-i devriyesinde bulunuyoruz. Bedir Savaşı. Bir imtihandı. Çok büyük bir imtihandı. Hak ve batıl arasındaki bir sınavdı. Hiçbir şeyi olmayan, her şeylerini bırakmış olanlara gelen bir imtihandı. Şeyhimizin dediği gibi,
“Bazıları ellerine aldıkları sopalarla, taşlarla savaşıyordu, çünkü yeteri kadar silahları bile yoktu. Yeteri kadar atları, yeteri kadar develeri, hiçbir şeyleri yoktu savaşacak. Ancak Allah ve Peygamberi’ne sahiptiler. Onlara olan imanları vardı. Doğru sözlü ve sabırlıydılar. O savaşta kimler vardı, o üç yüz on üç mümin kimlerdi, iyi anlayın. On üç yıl boyunca Mekke’de, aklınıza gelebilecek her türlü cefayı çekmişlerdi; Muhacirler kimlerdi, anlayın. Zulüm gördüler. İşkencelerden geçtiler. Dövüldüler. Açlık. Cinayet. Hapis. Karı kocaları öldü. Anneleri öldü. Çocukları öldü. Neden? Çünkü, ‘La ilahe illallah Muhammedün Resulullah’ dedikleri için. Kolayca işin içinden çıkabilirlerdi. Sadece, ‘Yeniden putlara tapıyoruz,’ diyebilirlerdi. Sadece, ‘Hz. Muhammed (sav)’i inkar ediyoruz,’ diyebilirlerdi.” Ancak demediler.
Allah, onların imanlarını test etti. Ve onların imanları hakiki olduğunu ispatladı, çünkü sabrettiler. Ve on üç yıl boyunca bir toplum kurdular. Peygamber’i, Mürşidlerini tam bir teslimiyetle nasıl izleyeceklerini öğrendiler. Kalplerinden şüpheyi söküp atmayı öğrendiler. Bir cemaat olarak beraber nasıl çalışacaklarını öğrendiler. Birbirlerine nasıl yardım edeceklerini, aralarında kan bağı olmasa bile, biri efendi, diğeri köle olsa bile, biri zengin diğeri fakir olsa bile, biri siyah diğeri beyaz olsa bile birbirlerini nasıl seveceklerini öğrendiler. Sevmeyi öğrendiler, çünkü Peygamberi seviyorlardı, Allah’ı seviyorlardı. Çektikleri o ıstırap ile, ancak böylesi bir aşk ile mümkün olan o ıstırap yoluyla İslam’ın tohumlarını ektiler. Ve o tohumlar Medine’ye göçtükleri zaman meyvelerini verdi. Ancak o tohumlar attarlar ile, gül suları ile sulanmamıştı. Kan ile, fedakarlığın teriyle sulanmıştı. Bedir Ashabı işte bu kişilerdi. Melekler boşuna yardıma gelmedi onlara —Melekler Ashab-ı Bedir’e yardıma geldi, çünkü Ashab-ı Bedir’in kendisi Meleklerin Efendileriydi.
Seyyidi Kainat Hz. Resulullah (sav)’e bakın. Mekke’de, kendi ailesi tarafından reddedilmişti. Taif’te ailesi tarafından reddedildi. Sevgili hanımını, en büyük destekçilerinden biri olan Hz. Hatice’yi kaybetti. Kendisini koruyan Hz. Ebu Talib’i kaybetti. Kendisine inanıyorlar diye müridlerinin hırpalandığını, kendilerine işkence edilip öldürüldüklerini gördü. Onlara her gün mucizeler göstermedi. Onlara sabırlı olmalarını söyledi. Sabırlı olun.
Medine’ye yeni umutlarla geldiler. Ancak şimdi de küffar, kendi ailesi olan, kendi halkı olan, daha dün kendisini seven kişilerden oluşan küffar, kalplerinde nefretle, kendisini, ashabı ve İslam’ı yok etmeye geldiler. Şunu anlayın, Bedir zamanında çoktan Mi’rac hadisesini yaşamıştı. Çoktan Sidratü’l Münteha’nın ötesinde durup, Allah (svt) ile konuşmuştu. “Ben İlk ve Son’un Efendisi’yim. Ben Sahibul Mirac ve Sahibul Kab-ı Kavseyn’im,” mi dedi? “Bu Bedir Gazvesi’nde, Allah benim galibiyetimi güvence altına almıştır,” mı dedi? Demedi. Bütün gece dua etti. Bütün gece yakardı. Bütün gece Allah (svt)'ya niyaz etti. Ve savaş meydanına geldiğinde, Müslümanların üç yüz on üç kişi, küffarın ise bin kişi olduğunu görünce yüzünü Kıbleye döndü ve ellerini açarak şöyle dua etti:
“Allah’ım! Senin bana verdiğin sözünü ve ahdini tahakkuk ettirmeni istiyorum. Allah’ım! Bu bir avuç Müslümanı helak edersen, artık sana yeryüzünde ibadet edecek kimse kalmaz!"
Ve Hz. Ömer, Efendimiz (sav)’in üzerindeki Burdası, paltosu düşene kadar ellerini kaldırmaya ve niyaz etmeye devam ettiğini söylemektedir.
Hz. Ebu Bekir Sıddık geldi ve paltosunu yeniden Resul-i Ekrem Efendimiz (sav)’in üzerine koyarak Kendisine sarıldı ve şöyle dedi:
“Ya Resulullah. Allah’a ettiğin bu dua sana yeter, çünkü Allah sana verdiği sözü yerine getirecek.”
Bize Abdullah nasıl olunur, onu gösteriyor. O ki, yaradılıştaki en yüce varlık, yine de, “Bana Abdullah ismiyle seslenin,” diyor. Ve bizi, her birimizi Abdullah olma yoluna davet ediyor, özellikle de bu ahir zamanda. Peki sonra ne oldu? Allah (svt) yardım gönderdi. Ve neden yardım gönderdiğini, Kur’an-ı Kerim’de şöyle açıklamaktadır:
BismillahirRahmanirRahim
“Hatırlayın ki, hani Rabbinizden yardım istiyor, yalvarıyordunuz. O da, ‘Ben size ard arda bin melekle yardım ediyorum” diye cevap vermişti.’ Allah bunu, sadece bir müjde olsun ve onunla kalpleriniz yatışsın diye yapmıştı. Yoksa yardım ancak Allah katındandır. Şüphesiz Allah, mutlak güç sahibidir, hüküm ve hikmet sahibidir.” (8/Enfâl:9-10)
Sadakallahül Azim.
Ey Müminler! Allah’tan yardım dilemeliyiz. Yardım için Allah’a niyaz etmeliyiz. Allah’tan sanki bir İlahmış gibi yardım dilemeyin, bir zalim gibi yardım dilemeyin, dünya sevgisinde kaybolmuş biri olarak yardım dilemeyin Allah’tan. Peygamberimiz gibi, bir Abdullah gibi yardım dileyin. Bugünler, duada bulunma günleri. Zafer kazanmayı, düşmanları mağlup edip de güç kazanarak dünyaya hükmetmek için istemiyordu. Yardım istedi ki böylece Allah’ın adı yeryüzünde anılmaya ve insanlar Allah’a ibadet etmeye devam etsin. Onun zaferi İslam içindi.
Ramazan günlerindeyiz. Dahili ve harici İslam düşmanlarına karşı zafer kazanabilmek için Allah’tan yardım diliyoruz. Ve Allah’ın yardımı da gelecektir. Allah’ın Kur’an-ı Kerim’de vermiş olduğu şu ebedi ümidi dinleyin:
BismillahirRahmanirRahim
“Kullarım, beni senden sorarlarsa, (bilsinler ki), gerçekten ben (onlara çok) yakınım. Bana dua edince, dua edenin duasına cevap veririm. O hâlde, doğru yolu bulmaları için benim davetime uysunlar, bana iman etsinler.” (2/Bakara:186)
Sadakallahül Azim.
Ramazan’ın bu kalan günlerinde, Habibi’ne, sevdiklerine olan bağlantımızı yenileyebilmek için Allah’a koşmalıyız. Allah’tan bu dünyadaki zulme son vermesini, bu dünyadaki acıları ve adaletsizlikleri dindirmesini diliyoruz. Allah’tan İslam’ın hükümdarlığını dünyaya yeniden getirmesini diliyoruz. Allah’tan, şeriatın hükmünü dünyaya yeniden getirmesini diliyoruz. Allah’tan, Kendisi’ne Sevgili Olanların yeniden bu dünyaya hakim olmalarını diliyoruz. Allah’tan, şeytanları ve deccalleri alaşağı etmesini diliyoruz. Allah’tan ümmeti uyandırmasını diliyoruz. Allah’tan ümmete, Peygamber (sav)’e ve Kendisi’ne yaptığımız bütün yanlışlardan bizi affetmesini diliyoruz. Allah’tan bizi birbirimize karşı merhametli kılmasını diliyoruz. Allah’tan, Efendimiz (sav)’in hürmetine, içimizdeki düşmanlara karşı savaşabilmemiz için bizi güçlü kılmasını diliyoruz.
Amin.
Şeyh Lokman Efendi Hz
Sahibul Sayf Şeyh Abdulkerim el Kibrisi (ks) ‘nin Halifesi
Cuma Hutbesi
Osmanlı Dergahı, New York
18 Ramazan 1439
1 Haziran 2018
Hutbenin İngilizce aslına buradan ulaşabilirsiniz.
Comments