BismillahirRahmanirRahim
Cemaat demek, Efendimiz (asvs)'ın cemaati demektir. Onun yolunu, O'nun talim ettiklerini, O'nun sırlarını miras almış kişilerin, Evliyaullah'ın cemaati demektir. Esasında bütün dünya bir cemaat, bir birlik arayışındadır. Fakat kiminle birlik olacaksın? İşte bu çok önemli. O kişinin nelere sahip olduğuna bakma. Kiminle birlik oluyoruz? Bu önemli.
Mesele yine niyete geliyor. Niyetin ne? Ondan (cemaatten) ne istiyorsun? Aslında birçok kişinin niyeti yanlış. Tasavvuf bu yüzden gelmiştir; insanların niyetlerini temizlemek için. Amellerini temizlemek için değildir. Amelleri herkes bilir. Herkes nasıl Şehadet getireceğini, nasıl günde 5 defa eğilip kalkacağını bilir. Herkes her şeyi bilir. Ancak mesele niyette, onu neden yaptığında; sonra da, bakıp, "Ah, aslında" benim niyetim temiz değil,” diye anlayıp, temizlemeye başlamakta yatıyor. Niyetlerini, onların temiz olduklarını keşfederek temizleyemezsin. Niyetlerini, ancak onların kirli olduklarını fark ettiğinde temizlemeye başlarsın. Ancak ondan sonra temizleyebilirsin. Bundan sonra arındırabilirsin.
Kaç kişi gelip de, "Benim niyetlerim bozuk," diyor? Ya da, "Niyetlerim bozuk benim. Onları temizlemem gerek," diyor? Anlıyor musun? Baştan ne getirdiğimizi bilmezsek, yani niyetlerimizi, onların kirli olduğunu anlamazsak, onları temizleyemeyiz. En büyük niyet, en büyük Kelime, olmayan bir şey ile başlıyor. Var olan bir şeyle değil, var olmayan bir şeyle başlıyor. Nedir o? La ilahe illallah. Yani demeye çalıştığım, evvela niyetinizin kirli olduğunu anlayın. Ya da belki bu insanlara çok fazla gelir; niyetlerinizi daha da güzelleştirmeniz gerek, diyelim. Çünkü bu günlerde, "Niyetin bozuk," dersek, insanlar anında sinirleniyorlar. İlk dedikleri, "Sen kim olduğunu zannediyorsun da bana bunu söylüyorsun!" oluyor. En azından, elhamdülillah, kendim için şunu diyebilirim: Şeyhimle tanışana kadar benim niyetlerim yanlıştı. Şehadetim yanlıştı, O'nunla tanışana kadar. Namazlarım, orucum, zekatım, hepsi yanlıştı, ta ki O'nunla tanışana kadar. Belki ameller doğru, dışarıdan bakıldığında güzel gözüküyor. Belki yaptıklarına bakınca bütün dünya iyi olduğunu söyleyecek. Ancak niyet önemli.
Çünkü şunu fark ediyoruz, "Yalnızca Allah'tan bir şey isteyeceğim zaman dua ediyorum,"
"Sadece kutsal gün ve gecelerde dua ediyorum. Çünkü Allah'tan biraz daha fazlasını istiyorum."
Yani nasıl dileyeceğimizi bilmiyoruz. Nasıl dileyeceğimizi, ne dileyeceğimizi bilmiyoruz. Yani o zaman bize öğretmesi için birine ihtiyacımız var. O zaman, bize öğretebilmesi için bir cemaate ihtiyacımız var.
Peygamberler bu yüzden gelmiştir: "Sizin ibadet ettiğiniz, taptığınız...” Bakın, o dönemlerde insanlar ibadet ediyorlardı, değil mi? Günümüz insanları gibi hiçbir şeye ibadet etmeden yaşamıyorlardı. Eskiden insanlar ibadet ederlerdi, kulluk ederlerdi. Ancak yanlış İlaha taparlardı. Uydurmaydı. Ve aslında o yanlış, uydurma İlah, sizin kendi yansımanızdır; kendi kendine yapmışsınızdır. Fakat aklınızı kullandığınızda, sünneti izlediğinizde, sağduyulu olduğunuzda, Mübareklerin nasıl düşündüğüne baktığınızda, bunun aslında doğru olmadığını görürsünüz. Ama ona tutunmaya devam edersin, çünkü o senin kimliğin olmuştur. Tüm kişiliğini onun etrafına, o ilahın, o putun etrafına örmüşsün. Yani aslında sen o put olmuşsun, put da sen olmuş. İlk önce onu kırman gerek. “La ilahe illallah,” diyeceksin.
Şimdi, gelen kişi size Allah’ın kim olduğunu öğretmeye gelecek. Zaten biliyor olsaydınız, Allah niye Peygamber göndersin ki? Ve Allah, devamlı olarak Evliyaullah’tan da gönderiyor. Orada bitmedi. Elbette Nübüvvet son buldu. Peygamberlik Mührü tamamlandı ancak öğretisi bitmedi. Cihad-ül Ekber bu. Öğretiler bitmedi ancak ama fiziksel olarak görebileceğin bir şey olmadığını söylüyor. Çünkü biliyorsunuz, ahir zaman insanlarısınız, konu daha da incelikli bir hal alıyor. Daha da saflaşıyor.
Yani her daim Peygamberlerin varisleri olacak. Sana bakıp, “Bak, şöyle düşünüyorsun, böyle ilahlaştırıyorsun,” diyecek. Ancak tıpkı Şeyh-i Ekber (ks) gibi; Allah makamını ebediyen yükseltsin, Şeyhimiz vasıtasıyla himmeti her daim üzerimizde olsun, İbn Arabi Hz., çıkıp mescidden gelen insanlara, “Sizin taptığınız benim ayaklarımın altındadır,” demişti. Ancak insanlar anlamadı. Küfre saptığını, kendisinin en büyük İlah olduğunu, “Allah ayaklarımın altındadır,” dediğini zannettiler.
Anlamıyorlar ki. Ne demişti kendileri? “Eğer şu mescide gidip dikkatlice dinlerseniz, her birinize birer altın vereceğim,” demişti. Çünkü insanlar kalpleri bomboş bir şekilde giriyorlardı. Namaz başlarken de boş, çıktıklarında da boş. Zammı surenin bile ne olduğunu hatırlamıyorlardı. Dinlemiyorlardı. Kalpleri başka yerdeydi. Fiziksel olarak bulunuyorlar, oradalar ancak kalpleri bambaşka yerde. O yüzden O da onları test etti, “Eğer,” dedi, “hatırlarsanız, size altın vereceğim.” Allah ve Melekleri ve Evliyaullah da mesciddeler ve onlar insanlara mücevherler dağıtıyorlar. Mücevherler. Ancak kalpleri sadece boş olmakla kalmayıp, mühürlü de olduğu için, mühürlenmiş kalpleri; hiçbir şey hatırlamıyorlar. Kalplerine hiçbir şey koymuyorlar. Boş gelip, boş gidiyorlar. Daha da eşekleşiyorlar. Fakat ne zaman ki İbn Arabi Hz., “Hepinize altın dağıtacağım,” dedi, o zaman hepsi birden uyandı. Hepsi her şeyi çok dikkatli bir şekilde dinledi. Yani Mescide ne için, neye tapmak için gidiyorlardı? Allah için mi? Yoksa altın için mi? Altın için. “Çünkü siz aslında oraya bir mükafat almak için gittiniz ve onlar da benim ayaklarımın altında bulunuyor. Ayaklarımın altındalar.” Ama Onu yanlış anladılar. Hayır, şeytan yanlış anlamalarına sebep oldu. Bir tek onlar da değil, daha niceleri, birçok sözde alim var. Onlara, “Sizin taptığınız, benim ayaklarımın altındadır,” diyor. Ve işte bu yüzden Onu (İbn Arabi’yi) öldürdüler. Bu konuştuklarımız aynen bugün için de geçerli.
Cemaat, sizi düşünmeye itmeli. İnsanoğlu düşünür. Hayvanlar düşünmez. Allah (svt)’nın Kendisini temsil etmesi için Hilafet vermiş olduğu insanoğlu düşünür. Ve cemaat size, “Ben kimim? Rabbim kim? Ne yaptım? Niyetim ne? Neden bunu yapıyorum,” diye düşündürtmelidir. Aslında Hesap Günü’nde size soracakları soru da aynıdır. Aynı soru: Rabbin kim? Bugün kime ibadet ettin? “Allah’a ibadet ettim.” Peki Allah’a, Rabbin olduğu için mi ibadet ettin, yoksa sadece O’ndan bir şeyler istediğin için mi ibadet ettin? Ya da çoğu zaman? Sana hiç bir vaadde bulunmasaydı, yine de O’na ibadet eder miydin? “Evet,” demek için acele etmeyin. Demek ki nefsiniz hakkında da bir şey bilmiyorsunuz. Çok eminsiniz, kendini beğenmişlik yapıyorsunuz. “Evet, ibadet ederdim,” diyorsun da, bakalım seni imtihandan geçirdiği zaman ne olacak? Bre! Sana her şeyi verdiği zaman bile O’na ibadet etmiyordun! Sana her şeyi bağışladığında, O’na karşı daha da asileşmiştin, daha da ahmak olmuştun. Unuttun mu o günleri? Şimdi ben, “Sana hiçbir şey vermediğinde de O’na ibadet eder misin?” diye sorduğumda, “Evet, ederim,” diyorsun. Sana her şeyi verdiği zaman etmiyordun, hiçbir şey vermediği zaman mı O’na kulluk edeceksin? Allah vermek zorunda değil ki. Rabbimiz O. Ancak her şeyi de veriyor. Ve Allah buyuruyor ki, “Beni anın, ben de sizi anayım. Size şah damarınızdan daha yakınım; Beni anın,” diyor.
Bu yüzden zikir yapıyoruz; Allah’ı anmak için. Belki namazda dikkatin oraya buraya kaçtı, birçok kelime söylüyorsun, bir sürü düşünceler geçiyor... Ancak zikir, sadece Allah demek içindir; Allah Allah Allah Allah Allah. Kendini bundan ne kadar sıyırabilirsin ki? Ne kadar kaçabilirsin? Sadece zikrediyorsun.
Size bunu hatırlatacak bir cemaatiniz yoksa... Ki bu kalpten gelen bir şeydir. Çünkü en önemli şey, yaptığımız her şeyin kökeninde yatan şey, niyettir. Kökünü temizlerseniz bitkiniz güzel ve güçlü bir şekilde büyür. Belki bazen hiçbir şey çıkmaz. Bazı ağaçların filizlenmesi yıllar alır. Ancak kökü çoktan tutunmuştur. Artık, bir iki üç dedin mi, büyümeye başlar.
Kiminle cemaat olacaksınız peki? Sizi Allah’a çağıranlarla cemaat olun. Rabbini bilenlerle birlikte durun; sadece kitap okuyanlarla değil. Şimdi bu zamanda insanlar bunu yapar olmuş; sohbet veriyorlar ama kitaptan okuyorlar. (Rabbini bilenlerle) beraber olun, çünkü onlar düşünürler. Ne düşünürler? Onlar, Şeyhleri onlara ne buyurduysa onu alırlar ve her gün kendi Kitaplarını okurlar. Okurlar, düşünürler. Okur, düşünür ve kendilerini sorgularlar. Başkalarını değil. Başkalarını değil, kendilerini yargılarlar.
Eğer neyden kurtulmamız gerektiğini anlamıyorsak, ondan nasıl kurtulabiliriz ki? İşte o zaman, ne olduğu hakkında bir fikrin olmadığı, düşünmediğin için dinin, tekrar tekrar yaptığın ezbere bir şey haline gelir. Allah bu emri herkese vermiştir; kendini ruhsal olarak addeden insanlara değil. Bu herkes içindir. Ancak, daha fazlasını istediğini söyleyenler, “Şöyle şöyle yapıyorum, bunu temizlemek istiyorum” diyenler için ise... Daha fazla şey yapmanın peşinde değilsin artık, yaptığını daha temiz, daha iyi, daha fazla lezzetle yapmanın peşindesin. Bir noktaya geleceksin ki, ne kadar yaparsan, o kadar, “Hala boş; sadece daha fazlasını yapıyorum. İyi hissediyorum ama hala daha içi boş. Bunu, nasıl kendimi temizleyecek bir şey haline getirebilirim?” diyeceksin. Yavaş yavaş, “Artık halvete girmeliyim. Kendimi herkesten koparmalı ve sadece oturup kendimi temizlemeliyim,” diyeceğin hale doğru götüreceksin kendini. Kim bilir kaç kişi halvete yanlış niyetlerle, yanlış fikirlerle giriyor. Birçok kişi ışıklar görmek için, Melekler, Evliyalar, Peygamberler görmek için giriyor halvete. Bazısı daha halvete girmeden söylüyor bunu. Şunu kim demişti: “Çok uzaklara gittim, her şeye tanık oldum,” basit bir dille söylüyorum, “daha da ilerisine gittim, daha da yükseğe uçtum tüm bunlara şahit oldum ve ardından fark ettim ki hepsi birer oyunmuş.” İbn Arabi Hazretleri söylüyor. Hepsi bir oyun. Ne kadar yükseğe çıkarsan, öyle ya da böyle kendine geri dönmen gerek.
Evet, Allah (svt)’nın buyurduğu üzere, sizden bir ücret istemeyenlerden alın. Onlar temizdir. Temizlerdir. Çünkü oradan her ne gelirse, o ilim temizdir. Kuşku uyandıran kişilerden almayın; özellikle de kirli olduğunu bildiklerinizden. Saf bir şey bile gelse onlara, nihayetinde kirlenir. Anlıyor musunuz? Yani bunu anladığınızda, niyetlerinizi temizlemeye başlıyorsunuz. O zaman hayatınızda ne yapmanız gerektiğini de bilirsiniz. Sizin yapmanız gereken şey ne? Nasıl bir mücadele yürüteceksiniz Hak için? Kılıçla ya da tüfekle değil. Hak için, Allah için nasıl ayağa kalkacak, nasıl savaşacaksınız? O zaman, “Her şeyi bilmeye, her şeye el atamaya çalışmayacağım,” diyeceksin. Rönesans insanı gibi, yani bunu yapabilirim, şunu yapabilirim, şunu, şunu, şunu... “Buna koşturmayacağım. Benim için gerekli olan neyse onu yapmak için koşturacağım.” Çünkü o tarz bilgiler edinmenin devri de kapandı. Dağ başında olmamız öğütlenmiş. Dağ başında Rönesans adamı olmaya çalışarak ne yapıyorsun? Sonrasında, eğer kaligrafi öğrenmen gerekiyorsa, öğrenirsin. Kur’an okumayı öğrenmen gerekiyorsa, okursun. Belki bu başkalarına göre bir şey değil. Belki de senin ahırda olman gerekiyor, o zaman ahırda olursun. Eğer senin yapman gereken şey yemek pişirmek ise, onu taşırsın. Fakat görüyorsunuz, çok zor bugünlerde. Böyle şeyleri taşımak bile pek zor. O zaman tamamlanmak için bir başka şeyi, bir başka şeyi, bir başka şeyi nasıl taşıyacaksın?
O yüzden endişelenmeyin, derler. “Kur’an öğrenmek istiyorum. Kur’an öğrenmek istiyorum.” Dergahtan bahsediyoruz. Size bir alimin vereceği, ya da bir üstadın, imamın vereceği cevabı vermiyorum. Ben sade bir insanım. Şeyhimizin vermiş olduğu cevabı vereceğim. Ve bu bilgiyi duyan tek kişi de ben değilim; neredeyse hepiniz bunu daha önce duydunuz. İsterseniz teyit edebilirsiniz.
“Hafız olmak istiyorum, Kur’an öğrenmek istiyorum.”
“Eh, tuvalete nasıl gireceğini biliyor musun?”
“Evet, öylece ayaklarımı basıyorum işte.”
“Tüh sana! Senin Kur’an öğrenmene gerek yok. Sen daha tuvalete nasıl gireceğini bilmiyorsun!”
Değil mi? Amiyane bir dille anlatıyorum, ne şekilde durman gerektiğini bile bilmiyorsun. Kur’an öğrenip ne yapacaksın? Bu yüzden, Şeyh Efendi anlatıyor, eskiden Şeyhler dergaha hafız, Kur’anı ezberlemiş kişi kabul etmezlermiş. “Hafız mısın?” derlermiş, “benden çok çok uzakta dur.” “Fakat Şeyhim ben...” “Git, benden uzağa git. Çünkü sen Kur’an’ı taşıyorsun. Dağları bile un ufak eden bir emanet bu. Yaptığın yanlış işlerden ben sorumlu olmayacağım. Kur’an’ı taşıyorsun sen. Ben senin Şeyhinim, bunun sorumlusu ben olmayacağım,” diyerek reddederlermiş. Bugünlerde, uf, anne babalar çocuklarını hafızlığa gönderiyorlar. Kur’anı yutuyorlar ama boğazlarından aşağı geçmiyor. Bu esnada o Kur’an okullarında neler olup bittiğini de biliyoruz. Öğretmenler bir sağa sola dönüyor, neler oluyor Müslüman okullarında biliyoruz. Devlet okullarında ne bulursanız, daha da beterleri oluyor.
Kur’an Hafızı olmak ne demek? Kur’an’ı öylece ezberlemek mi demek? Yanlış sebep. Şimdi beni, “İnsanları Kur’an öğrenmekten alıkoyuyor, ezberlemelerini engelliyor,” diye suçlayacaklar. Diyebilirsiniz, sorun değil. Bizler, “Sizin taptıklarınız benim ayaklarımın altındadır,” diyenlerin geleneğinden geliyoruz. Allah beni sınamasın. Onlar yanlış anlamıştı; Şeyhimizin sözlerini neden yanlış anlamasınlar. Benim sözlerim değil bunlar, Şeyhimizin sözleri. Bazıları tuvalete giderken, estağfurullah, şimdi konuşmak mecburiyetindeyiz, ahir zamana geldik artık böyle şeyleri konuşmamız gerek, daha nasıl gireceklerini bile bilmiyorlar. Oturmalı mı, ayakta mı durmalı, uzanmalı mı onu bile bilmiyor. Tövbe estağfurullah. Sebebini anlıyor musunuz? Temiz olmadığınızda, fiziksel olarak Taharetiniz olmadığında... Sen temiz olduğunu zannediyorsun da Allah bilir, temizlenmeyi biliyor musun bilmiyor musun. O zaman ne öğreneceksin? Kimseyi durdurduğum yok. Hala daha öğrenmekte ısrar ediyorsanız, gidin, öğrenin. Ben sorumlu değilim. Siz sorumlu olacaksınız.
Kemale ermeyi öğrenmek, daha fazla ilim ve bilgi sahibi olmak... Şu anda her neye sahipsen, onu öğreniyor musun? Güzelce öğreniyor musun? Vazifeni iyi biliyor musun? İçini dışını her yönüyle biliyor musun? Niyetini görüyor musun? Bununla nereye gittiğini anlıyor musun? Diğer insanlara, bu dünyaya iyilik getirmelerini öğretebilir misin? Yapamazsın. O halde başka bir şey yapmayı hayal etme. Sadece aynı şeyi tekrar edip, üzerine yük bindireceksin. Anlıyor musun? Yanlış bir niyetle yaptığın zaman, en iyi şeyi bile yapsan, niyetin yanlışsa, büyük bir çarpı koyarlar üstüne. Çünkü niyet bozuk. Eğer niyetiniz doğruysa, her şeyi yapıyorsun ve mesela gerçekten Kur’an öğrenmek istiyorsun diyelim; her şeyi düzgün yapıyorsun, çünkü kalbin suya çok aç olduğu için o kadar tutkulusun ki, azıcık bir kıvılcımla, küçük bir ateşle her şey tutuşmaya başlayacak. İşte o zaman, Hz. Bilal gibi kelimeleri yanlış söylesen bile... Nasıl diyordu? Yanlış telaffuz etse bile, Efendimiz (asvs) seviyordu, çünkü kalbi temizdi.
İlk Cahiliye’den gelmiş bulunuyoruz, bu İkinci Cahiliye. Akranlar. Anlıyor musunuz? Şimdi, daha da kötüsü, aynen para için dersler veren, İslam hakkında konuşan ve şova dönüştüren insanlar gibi Kur’an okuyanlar olacak. Bu kadar güzel bir şey, bir şov haline geliyor. Böylesine güzel bir şey şov haline gelir ve para için yapılırsa, çok ucuzlaşır. Üzerine lanet iner. Anlıyor musunuz? İçinde biraz değer taşıyor ama çok değil. Daha fazla lanet iniyor.
Allah bizi bundan korusun inşaAllahu Rahman.
Şeyh Lokman Efendi Hz.
Sahibul Sayf Şeyh Abdulkerim el Kibrisi (ks) ‘nin Halifesi
Osmanlı Dergahı, New York
24 RebiülAhir 1439
11 Ocak 2018
Sohbetin İngilizce aslına buradan ulaşabilirsiniz.
Comments