BismillahirRahmanirRahim
Bizim de hazırlık yaptığımız, bu Ahir Zaman’da zuhur edecek olan büyük olaya hazırlanan Kaf Dağı'ndaki Şeyhimizden, Kılıcın Sahibi, Sahibul Saif Şeyh Abdul Kerim el Kıbrısi el Rabbani’den destek diliyoruz. Yüz yıl önce büyük bir hadise yaşandı ve yakında daha da büyüğü yaşanacak. Peki neydi bu büyük hadise? Bu gece neden buradayız biz?
Anmak için.
Şahit ol ya Rabbi, Senin sevdiklerini, Senin sevgili kullarını, Senin uğruna, Senin Halifen uğruna, İslam uğruna hayatını vermiş olanları anıyoruz. Aciz hizmetimizi kabul et ya Rabbi; onları anmayan, anlamayan ve değer vermeyen milyonlarca, belki milyarlarca insan var. Şeyhimizin himmetiyle bizden önce göçmüş olanları, Senin için, Peygamberin için, İslam için canını vermiş olanları anıyor, anlıyor ve onların himmetini diliyoruz ya Rabbi. Bizlere de onların imanından bir parça nasip et ya Rabbi. Nasip et ki, yaklaşan günlerde biz de her şeyimizi Senin yolunda feda edip canımızı verebilelim. İnşaAllah. El Fatiha.
Çanakkale Savaşı 250.000 kişinin hayatını aldı. Müslümanların, Müminlerin, Mehmetçiklerin hayatını. Mehmetçik ne demek? Osmanlılar askerlerine Mehmetçik derlerdi. Mehmet, Peygamber Efendimiz (sav)’in ismidir. Osmanlılar yüksek bir terbiyeye sahipti. İlahi terbiyeye sahiptiler. O dönemde kendilerine veya başkalarına çok nadiren Peygamber (sav)’in tam ismiyle seslenirlerdi. Çünkü bu isim o kadar mübarektir ki, Muhammed (sav) dendiği zaman onun için salavat getirmen gerekir. Bugün birçok kişinin bu mübarek isme sahip olduğuna, ancak ismin çok kötü, çok aşağılık durumlarda kullanıldığına tanık oluyor, insanların birbirlerine bu isimle küfrettiğini duyuyoruz. Bu ismin pizza ve daha türlü türlü şeyler satan dükkanların önüne konduğunu görüyoruz.
Fakat Osmanlılar, onlar ilahi bir terbiyeye sahipti. Ehl-i Cennet’in edebiyle edeplenmişlerdi. Hz. Peygamber (sav), “Hanesinden bir kişiye, oğluna benim ismimi veren aileler, işte o aileler korunacaktır” demiştir. Ancak Hz. Peygamber (sav)’in tek bir ismi yoktur; birçok ismi vardır: Ahmet, Mahmut, Mustafa... Bunlar da onun isimleridir. Sırf Delail-i Şerif’te bile isim ve unvanlarının sayısı iki yüzü geçer. İsimlerinden biri de Mehmet’tir ve Mehmetçik dediğimiz zaman, Peygamber Efendimiz (sav)’in yolunda savaşanları kast ediyoruz.
Çanakkale Boğazı’nda 250.000 asker, 250.000 Mehmetçik katledildi. Şeyh Efendi, Allah makamını yükseltsin, tıpkı önceki zatlar gibi kendisi de şehittir. Bizler de hayatımızın sonunda bu unvana layık görülelim. Şeyh Efendi yaptığı Çanakkale ziyaretinde, Hilafetin askerleriyle, düşmanların arasında yüz metre dahi olmadığını, elli metre bile değil, on metrelik mesafeden çarpışarak kendilerini feda ettiklerini söylemektedir. Kimdi bu Mehmetçikler? Onlar Halife’nin askerleriydi, özellikle de Türkler, Kürtler, bir kısmı Çerkez, bir kısmı da Balkanlar’dandı. Ve oraya giderken ne fazla silahları, ne cephaneleri ne de azıkları vardı. Sadece imana sahiptiler. Ve sahip oldukları bu iman, günümüz insanlarında bulamayacağınız bir imandır. Onlar öyle bir imana sahipti ki, belki bugün İslam ve Allah yolunda savaştığını söyleyenlerin birinde bile öylesini bulamazsınız. Çünkü onların çoğu zaman cephaneleri bile yoktu.
Bunu görüyorsunuz, (Hoca, Dergahın duvarında asılı duran bir süngüyü işaret ediyor.) Bu, süngü. Bu süngü, kardeşlerimizden geldi. Elhamdulillah. Şeyh Efendi için bir şeyler ararken kardeşimiz, bu süngü elimize geçiverdi. Çanakkale Savaşı’ndan kalma bir süngü bu. Ebay’de satılıyordu. Görmüş ve “Müslümanların hayrı için bunu almalıyım ki, o insanları bize hatırlatacak fiziksel bir şey olsun elimizde” demiş.
O askerlerin hiç cephanesi yoktu. Çok defa astsubay sadece süngüyü takıp gitmelerini emretmiştir. Ve önlerindeki düşman da sayıları 500.000’in üzerinde, dünyanın dört bir tarafından toplanmış askerlerdi. Bu askerler arasında aynı zamanda İngilizler tarafından kandırılarak Müslüman dünyasından alınmış olanlar da vardı. Gelip de Hilafet’e karşı savaşmaları gerektiğini keşfettiklerinde ise artık çok geçti. “Savaşamayız” dediler.
Fakat artık çok geçti. “Ya savaşırsınız ya da sizi öldürürüz” dediler.
Bir kısmı kandırılıp Hindistan’dan getirilmişti. “Halife’yi Almanlardan kurtarmak için İstanbul’a gideceğiz” dediler. Ve onlar da buna inandı. Elhamdulillah, Güneydoğu Asya’da, Malezya ve Singapur bölgesinde bazıları vardı ki, İngilizler asker toplamaya geldiği vakit ayaklanıp isyan çıkardılar. Ve bu yüzden de idam edildiler, asıldılar. Onlar da Şehit sayılabilir, Çanakkale Şehitleri arasında gösterilebilir. “Gidip Halife’ye karşı savaşacağımıza ölürüz daha iyi” dediler. Peki Müslümanların geri kalanına ne oldu?
Sırtlarını dönüp Halife’ye ihanet ettiler. Bütün Arabistan. Hatta Arabistan sadece sırt dönmekle, Halife’yi desteksiz bırakmakla kalmadı, Hilafet’i yıkması için düşmanın Yemen ve diğer yerlerden, yani kendi topraklarından İstanbul’a girmesine yardım etti. Tüm dünyanın bir araya gelip tek bir millete, küçük bir bölgeye saldırması, daha önce görülmemiş bir şeydi. Osmanlılar 28 cephede savaşıyordu ve karşısındaki düşman sayısı yarım milyondan fazlaydı. En son teknolojiyle, en yeni silahlarla, yepyeni cephanelerle geliyorlardı. Boğazı geçip Hilafeti indirmek için İstanbul’a geliyorlardı ancak bir karış toprak parçası, bir avuç kum dahi alamadılar. Çünkü Mehmetçikler, onlar kendi canını feda etti.
Yalnız şu noktayı iyi anlayın, onlar canlarını Türkiye için feda etmedi; bunlar Sahibul Saif’in, Hakkın sözleri. Canlarını Milliyetçilik uğruna vermediler. Erkeği ve kadını... Evet bu savaşta birçok kadın da yer almıştı. Gençler, yaşlılar, nineler, hepsi de bu muharebedeydi. Savaştılar, vuruldular ve “Allah” dediler. Birçoğu hemen oracığa, kefensiz olarak gömüldü. Onların hepsi Halife için savaşıyordu. Allah için çarpıştılar. Hz. Peygamber (sav) uğruna öldüler. Din için, İslam için her şeylerini feda ettiler.
Yürüyerek ilerliyorlardı; hiçbir cephaneleri olmadığı için öylece yürüyorlardı. Yürüdüler, vuruldular. Bir sonraki bölük geldi, onlar da vuruldu, bir diğeri, bir diğeri, bir diğeri... Ta ki düşmanın ilerlemesini durduracak bir insan duvarı oluşturana kadar devam ettiler. Düşman birlikleri dehşete kapılmıştı. “Bu insanlar kim? Bizi engelleyen bu insanlar kim?” diyorlardı.
İşte bu askerler, yani Mehmetçikler, gece silahlar bırakılıp da her şey dindiğinde düşmanlarının yemesi için suya yemek atıyordu, çünkü karşı cephedeki bazı düşman birliklerinin yiyecek yemekleri olmadığını biliyorlardı ve ellerinde ne varsa onlara atıyorlardı. Verdikleri mücadele Allah içindi, İslam içindi. Ve Allah’ın gücü ve kudreti sayesinde, Halife’yi indirmek üzere gelen düşman, boğazı geçemedi. Eğer Hilafet’i düşürselerdi, İslam’ı yıkabilir, Ehl-i Sünneti yıkabilirlerdi.
İslam asla yıkılamaz. Evet, bunu biliyoruz. Ancak bugün de gördüğümüz gibi, Akide, İslam’ın hayattaki uygulamaları ve yaşam biçimi yok edilebilir. Ve o erkekler, o kadınlar, orada can verenler, bizim modern, ılımlı İslam’ı yaşamamız için feda etmedi hayatlarını. Milliyetçi olmamız için feda etmediler. Hayatlarını, erkekler bir Mümin gibi yaşamaktan vazgeçip sorumluluklarından kaçsınlar diye feda etmediler. Kadınlar başörtülerini çıkarıp sokaklarda dolaşsın, Batılı gibi davransın diye vermediler canlarını. Savaşmalarının sebebi tam olarak bunlardı, tüm bu gelen etkileri durdurmak için mücadele ediyorlardı!
"Malum kişiyi” yüceltenler, Çanakkale'nin kahramanı olduğunu söyleyen, batılıların onun sayesinde ülkeye giremediğini söyleyenler bilsin ki, o, diğerlerinden daha batılıydı. Eh, Fransızların gelişini durdurdun ama sen onlardan daha Fransızsın. Kendi halkına da aynı şeyi dayattı. Çünkü Osmanlıların düşmanları şunu anladılar, "Önce başı indirmeliyiz, öncelikle başı alaşağı etmeliyiz. Özellikle bu Türkler çok güçlü, imanları çok sağlam ve eğer biz başı aşağı indirmezsek planlarımızı devam ettiremeyiz. Kürtlerin Filistin'i almasını sağlayamayız” dediler. Birleşip tek bir vücut olmuş Müslüman ümmetini kırk, elli ve hatta yetmiş ayrı millete bölemeyiz; tıpkı bugün olduğu gibi. Müslümanlar birlik olmaktan bahsediyorlar. Bizler birlik içindeydik. Hepimiz Halife’nin altında birleşmiştik. 1300 yıl boyunca dayanışma içindeydik. Şimdiyse birlik içinde değiliz. “Başka özellikler altında bir araya gelmeliyiz” diyorlar. Hayır, yapamazsınız. Halifenin altında birleşmelisiniz.
O insanlar kendilerini feda ettiler. Ancak onların bu fedakarlığı kendileri için değil, bizim içindi. Çünkü eğer onlar kendilerini feda etmiş olmasalardı biz bugün İslam’ı yaşayamazdık. Ehl-i Sünnet Akidesi silinir giderdi. Bu yüzden EvliyaAllah “Onlar birer Sahabe değildi, ancak Allah’ın onlara tayin ettiği makam sahabelere çok yakındır. Sahabe-i Kiram’dan değiller ancak Sahabe-i Kiram gibidirler” der. Çünkü Çanakkale Savaşı, tıpkı Bedir Savaşı gibi çok belirleyici bir savaştır. Çok önemlidir, İslam’ın hangi yönde ilerleyeceğini belirlemiştir. Bedir Savaşı ile ilgili Şeyh Efendi diyor ki, Peygamber Efendimiz (sav) ve Sahabe-i Kiram Medine’ye gittiğinde müşriklerin savaşmak için, ellerindeki her şeyi almak için geldiğinin haberini alınca hemen telaşla harekete geçip savaşmaya gittiklerini sanmayın. Böyle olduğunu sanmayın. Buna inanmayın. Ancak kafirler böyle düşünür, fakat o kadar farklı yollardan, o kadar değişik kitaplar okuyorsunuz ki, buna inanıyorsunuz. Ama bu gerçek değil.
Müşriklerin geldiğini biliyorlardı. Hz. Peygamber (sav) hiçbir şey söylemedi; tıpkı yıllar boyu sessizce Mekke’de beklediği gibi. Kaç sene beklemişti? On yıl? Kızgın yağla yakıldılar, lime lime edildiler; yanında yer alan insanlar, Mekke’de on yıl boyunca işkence gördü, öldürüldüler. Tüm mal varlıkları ellerinden alındı, her şey yerle bir edildi; Hz. Peygamber (sav) ve diğer Müslümanlar tek bir elini dahi kaldırıp onları durdurmaya çalışmadı. Çünkü Allah (cc) Hz. Peygamber (sav)’e emrediyordu; onlara itaat etmeyi, onlara sabrı, imanı, nasıl feda olunacağını ve neden feda olunması gerektiğini öğretiyordu. Medine’ye geldiklerinde müşriklerin geldiğini duydukları zaman Hz. Peygamber (sav)’i görmeye gittiler ve “Ya Resulullah (sav), her şeyi bırakıp buraya geldik, kendimizi savunmamız gerekmez mi?” diye sordular.
Hz. Peygamber (sav), “Hayır, yapamayız. Henüz emir gelmedi. Ben de herkes gibi Allah’ın bir kuluyum. Allah henüz bana emir vermedi. Savaşmayacağız,” dedi.
“Ya Resulullah, fakat buraya yaklaşıyorlar!”
“Bırakın gelsinler,” dedi. “Bırakın gelsinler.”
“Ya Resulullah, peki gelip bize saldırırlarsa ne olacak?”
“O zaman Şehid oluruz.”
Allah onları imtihan ediyordu. Sakın kolay olduğunu düşünmeyin. Ben Müslümanım, Müminim, Allah için yaşayıp Allah için ölmek istiyorum demenin, bunu yapmanın kolay olduğunu düşünmeyin. Allah bizi bunlarla sınamasın ama bize bu imanı vermesi için dua ediyoruz. Çünkü Peygamber Efendimiz (sav) Allah’ın emri üzerine beklerken diğerleri de ona itaat etti, sabırlı oldular, inandılar; feda olmaya ve ölmeye hazırlardı. Ve zamanı geldiğinde Hz. Peygamber (sav) baktı ki, artık her biri her şeylerini feda etmeye hazırlar; anne babaları uğruna değil, memleketleri uğruna değil, malları uğruna, nesepleri uğruna ya da kendi onurları uğruna değil, Allah ve Peygamberi için feda etmeye hazırlardı. Ve hazır olmaları üzerine Hz. Peygamber (sav) “Artık savaşabiliriz” dedi.
Ve Allah emri verdi: “Şimdi kılıcı çek ve vur. Fakat bil ki, onların canını alan Allah’tır. Sen sadece vuracaksın.” Hepsinin kılıcı olduğunu da düşünmeyin, yoktu. Çoğunun elinde sadece sopalar vardı. Birçoğu ise ellerinde taşlarla savaşa gidiyordu. Kime karşı? Müşriklere karşı.
Sayıca az kişiydiler. Bedir Savaşı’nda 313 kişi vardı. Binlerce değil. Medine’ye birçok insan, yedi yüzün üstünde kişi gelmişti. Peki geri kalanlara ne oldu? Geri kalanları, “Savaşmak mı istiyorsunuz? Tamam, hazırlanacağız” dediler. Bazılarıysa hiç anlamıyor ya da kendi kendilerini kandırarak sinsice kaçıp saklanıyordu. Çünkü savaş olacağını biliyorlardı ve Peygamber (sav)’e sırtlarını döndüler. Çünkü riyakardılar. Çünkü “Bu savaşa girersek galip çıkmamız imkansız. Yenileceğiz, o yüzden saklanalım. Müslümanlar yenilirse ve düşmanlar gelirse, o zaman ‘hayır, biz onlarla değildik’ diyebiliriz” diyorlardı.
Şeyh Efendi diyor ki, rivayete göre Bedir Savaşı’nda Hz. Peygamber (sav)’in sadece iki tane atı vardı. Bin kişinin üzerinde müşrik ve karşılarında İslam’ın 313 savaşçısı, İslam’ın Aslanları. Evet, “Allah! Allah! Din! Din!” diyerek çarpışıyorlardı. Tıpkı Çanakkale’deki askerlerin yaptığı gibi. Onlar “Türkiye, Türkiye!” demiyordu. “Anam, babam!” demiyordu. “Memleketim!” demiyordu. “Çocuklarım!” demiyordu. “Banka hesabım!” demiyordu. Hiçbir şey demiyorlardı. Sadece “Allah! Allah! Din! Din!” diyorlardı. Tıpkı Bedir’deki savaşçıların, Bedir Şehitleri’nin yaptığı gibi, bu zikirle birlikte can vermeye gidiyorlardı. Eğer Bedir’de mağlup olunsaydı, İslam’ın ayakta kalması çok zor olurdu.
Aynı şekilde eğer düşmanlar gelip de Hilafet’i alaşağı ederek küfrün girmesine sebep olsaydı, bizler bu dine sahip olamazdık. Hmm zikre karşı olanlar buna ne diyor acaba? Buna ne dersiniz?
Birçokları var ki, sadece Allah rızası için savaşa gidiyorlar. Allah, Allah, Allah derken oluşan enerjiyle, ortaya çıkan bu güç ile birlikte atıldıkları anda zaten artık bu dünyadan olmuyorlar. Bir kere bunun içine girdiniz mi, bu alana, bu anlayışa, bu hissiyata girdiniz mi, sizi yükseltirler ve artık bu dünyadan olmazsınız. Oraya gidip savaşırken Allah’a çok yakın olursunuz. Allah’la birlikte olmak istersiniz. O alana yaşamak için girmiyorsunuz. Oraya ölmek için giriyorsunuz! Çanakkale Şehitleri’nin yaptığı tam olarak buydu işte! Oraya Allah için hayatlarını feda etmeye gittiler. Oraya büyük planlar yaparak, döndüklerinde konfeti yağmuruyla karşılanacaklarını düşünerek gitmediler. Oraya, Allah’ın onlara verdiği şeyi geri vereceklerini bilerek gittiler; İslam’ın şerefi için Allah’ın verdiği canı geri vermeye gittiler.
Bazı aileler bir evlatlarını değil, iki, üç, dört, beş evladını gönderdi. Şeyh Efendi anlatıyor, bir kadınla tanışmış; nur yüzlü birisiymiş. “Evet evlatlarımı verdim. Beş oğlum vardı ve hepsi de o savaşta şehit düştü” demiş ve eklemiş, “Eğer yüz tane oğlum olsaydı, onları da gönderirdim.” İşte Cennetin anneleri! Ayakları altında Cennet olanlar bu anneler. Onların ayaklarının altındaki dünya değil. Ellerinde dünya yok. Kalplerinde dünya yok. Günümüz anneleri gibi değiller. Günümüzün anneleri oğullarına, kocalarına tapıyor. Bu dünyanın sunduğu başarılara tapıp da, sonradan sevdiği kişilerin İslam’a yakınlaştığını, tutkuyla birisinin yolundan gittiğini görünce “Hayır. Bana itaat etmek zorundasın çünkü Cennet benim ayaklarımın altında” diyorlar. Bu annelerin değil. Böyle annelerin ayaklarının altında cehennem var ve onları yakıp bitiriyor! İnan bana.
Her şeyini Allah yoluna vermiş olan anneler ise kendilerini ön plana çıkarmak, çocuklarının kendilerine tapmasına yol açmak yerine, evlatlarına Allah ve Peygamberi’ni ve de Allah’ın Evliyası’nı hatırlatır. Birçok anne çocuklarının kendisine tapmasına yol açıyor. Yanlış bir şey bu. İlk önce Allah ve Peygamberi (sav) gelir. Bir kere bu oldu mu, diğer her şey dengeye ulaşır. O zaman anneni de hakkıyla seversin, babanı da, kardeşlerini de, dünyadaki diğer her şeyi de. Allah ve Peygamberi’nin sevgisi gönlünüzde oldu mu, başka şeylere sevgi beslememeniz gibi bir durum söz konusu olamaz. O zaman, evet, Allah’ın yarattığı her şeye karşı sevgi duyarsınız. Ancak Allah ve Peygamberi’nin sevgisini önceye koymazsanız, o zaman sevginiz sahte kalır, putperestliğe dönüşür. Tabii ki böyle olur. Ama yanlış.
Orada burada okuyorum, bazı akılsızlar Tarikat ehli olduklarını söylüyor ama Şeyhliğin sadece insanların verdiği bir unvan olduğunu, o kişiyi sevdikleri için insanların böyle bir lakap taktığını, ancak Şeyhi anne babanızdan daha fazla sevmenin doğru olmadığını ve bunun Kur’an’da yazdığını söylüyorlar. Bunu diyenin aklı eksiktir. Şeyh kim? Siz hiç bir Şeyh tanıdınız mı? Onun bir Evliya, ermiş bir zat olduğunu biliyor musunuz? O zaman o kişinin aslında Peygamber Efendimiz (sav)’in varisi olduğunu da bilirsiniz. Şeyh, Hz. Peygamber (sav)’i temsil eder. Ve Hz. Peygamber (sav), Hz. Ömer (ra)’a,
“Sen beni kendinden ve diğer her şeyden daha fazla sevmedikçe gerçekten iman etmiş sayılmazsın” demişti.
Onlar, o anneler, o babalar Allah ve Peygamberini kendi çocuklarından daha fazla, her şeyden daha fazla seviyorlardı.
Bu kutsal savaşta elbette birçok sıra dışı hadise de yaşandı. Birçok olağanüstü olay meydana geldi. Devasa bir bulut gelerek pek çok askeri götürdü. Bir çok olağandışı şey yaşandı, çünkü o savaşta aynı zamanda çok sayıda Evliya da vardı. Büyük Şeyhimiz de o savaştaydı. Büyük Şeyhimiz, Allah sırrını takdis edip makamını yükseltsin, dini inancı kuvvetli olmayan bir komutana sahipti. Bir gün Büyük Şeyhimiz namaz kılarken bir bomba gelir ve tam yanı başına düşer. O kıpırdamaz bile. Her yer, Büyük Şeyh hariç her taraf harap olmuştur. Komutanı kendisine bakar ve “Allah’a pek inanmıyorum ama sana inanıyorum,” der. Sırf bu yüzden de Allah’a yakınlaşmış olur.
Birçok olağanüstü olay meydana geldi. Birçok Evliya oradaydı. Bu Evliyalar savaşta şehit düştüler, Şüheda oldular. O kişiler Allah uğruna canlarını verdiler; eğer ki herkes Şüheda’nın ne olduğunu, Şehit düşmenin ne olduğunu anlarsa. Ve Allah (cc) buyuruyor ki, “Her kim ölürse, Ölüm Meleği gelir ve onun canını o alır. Ancak birisi Benim yolumda Şehit düştüğünde, onun canını almaya bizzat Ben gelirim, Ben alırım.” Allah Celle Celalühu geliyor ve onun canını O alıyor. Ve Allah (cc), şu sözleri söyleyen Şehide, çok büyük şeref atfeder: “Ya Rabbi, eğer bir dilek hakkı verseydin, tekrar dünyaya dönmeyi ve tekrar Senin yolunda can vermeyi seçerdim, böylece canımı Senin almanın tatlılığını yeniden yaşayabileyim. Ve tekrar bu dünyada doğmayı, bin defa daha bu dünyaya gelmeyi dilerdim, ki bin defa ölebileyim, ki bin defa canımı alabilesin.”
İşte Çanakkale Şehitleri. Allah (svt) onları seviyor, onlar da Allah’ı seviyor. Kadını, erkeği, herkes bu savaştaydı. Allah rızası için, Peygamberi için, Hilafet için her şeylerinden vazgeçmiş ailelerdi onlar. “Oğlum, ceketini giymeden bu soğukta oraya gidemezsin. Hasta olmandan korkuyorum,” demiyorlardı. “Evladım, benim yanımda kal. Erkeklerin arasında bu kadar durmana gerek yok,” demiyorlardı. Ya da bazılarının yaptığı gibi, “Önemli değil oğlum. Kadın gibi olabilirsin,” demiyorlardı, “ne hissediyorsan dışarı yansıtmalısın. Öyle soğuk duramazsın. Duygularını saklamaman gerek.”
Bir erkek vardı, erkek de denmez aslında çocuktu. Çanakkale Savaşı’nda askerdi. İsmi Ali. Ali, savaşa katıldığında henüz çok gençti. Çanakkale’deki askerleri görseniz, bazıları çok gençtir. 12, 13 yaşında gösteren çocuklar var. Ali savaşa geldiğinde diğer askerler onu alaya alıp, takılıyorlardı. Komutanı da onu alaya alıyordu çünkü kafasına kına yakmıştı. Bu yüzden Ali’ye takılıp, gülüşüyorlardı. Çünkü bildiğiniz gibi Müslüman geleneklerinde bir kişi evlendiğinde sakalına ya da eline kına yakılır. Ama savaşa gelen bu çocuğun kafasında kına vardı. Ona gülseler bile Ali bunların hiçbirini önemsemedi, çünkü Ali’nin çok güçlü bir yüreği vardı.
Bir gün, artık savaşa gideceği günün yaklaştığını biliyordu ve köydeki annesine bu dünyadan göçmeden önce bir şeyler yazmak istedi. Arkadaşlarından yazmalarını rica etti. Bu gerçek bir hikaye. Mektubun aslı bir müzede duruyor. Mektupta;
“Ey Anacığım, Selamun Aleykum, yakında cepheye gideceğim ve gitmeden sana şunu söylemek istiyorum. Eğer gardaşımı savaşa göndermen gerekirse, anacığım, n’olur onu savaşa gönder, ama kafasına kına yakma. Buradakiler kafam kınalı olduğu için bana gülüyorlar. Gönder onu ve benim için de dua et.”
Ali, savaşa gitti ve şehit düştü. Şimdi düşün. Düşün. Düşün. Düşün. Allah’a (cc) ve Peygamber’ine (sav) sevgin ne kadar?
Düşün! Birçok kişi: “Ben Allah’ı seviyorum. Ben Allah’la konuşuyorum, Allah da benimle konuşuyor. Peygamberle konuşuyorum, Peygamber de benimle konuşuyor. Evliyalarla konuşuyorum, Evliyalar da benimle konuşuyor. Ben evliyalara ‘Gel’ dediğimde gelirler. Medet dediğimde hemen görünürler.” diyor. Hah! Düşün, şimdi bir düşün. Oğlun var mı? Kızın var mı? Düşün. İslam’a olan sevginizin o kadar da fazla olduğunu sanmıyorum. Oğlun ya da kızın İslam uğruna yapılan bir savaşa gönderilse ve Allah rızası için ölecek olsalar, kalbiniz yerinden fırlar. Bunu da biliyoruz. O tip insanların ibadetlerini de biliyoruz. Bırakın artık bunları. Bırakın. Oğullarınızı ve kızlarınızı, kendinizi, annenizi babanızı, Allah rızası için ölmeye, savaşa gönderecek imanınız olup olmadığına bir bakın.
Kınalı Ali derlerdi ona. Gitti ve şehit oldu. Bir zaman sonra annesi oğlunun mektubunu aldı ve ona geri cevap gönderdi. Mektup komutana ulaştı, fakat Ali artık şehit olmuştu. Komutanın kalbi buruldu. Mektubu açıp okuyamadı. Bir süre sonra mektubu yeniden eline aldı ve okumaya karar verip açtı. Mektubu okudu. Mektup, Kınalı Ali’nin annesindendi. Ve şöyle diyordu:
"BismillahirRahmanirRahim,
Selamun Aleyküm Oğlum,
Allah seni en yüce makamlara eriştirsin ve Allah yolunda savaşmak için imanını artırsın. Zamanı geldiyse kardeşini de göndereceğim. Ama komutanlarına ve arkadaşlarına şunu söyle; ‘Bizim köyümüzde 3 şey için kına yakmak adettir. Birincisi, kendi ailesinden ayrılıp, başka bir aileye giden, kendi ailesinden tamamen kopan geline kına yakılır. Kurban edilen kuzuya kına yakmak da adettir. Koça kına yakarız, çünkü onu Allah rızası için kurban edeceğiz. Ve bir de savaşa giden ve kendilerini Allah rızası için kurban eden oğullarımıza kına yakarız. Onlara bunu söyle oğul, fakat kardeşine kına yakmamamı isteme benden. Bizim adetimiz böyle.”
Düşünmeliyiz. Bu hikayeler boşuna değil. Bunlar gerçek. Bu insanlar gerçek.
Sohbetin İngilizce tamamı: https://sahibulsaif.wordpress.com/2015/03/18/the-steadfast-faith-and-strength-of-the-syuhada-of-canakkale
Şeyh Lokman Efendi Hz.
Sahibul Sayf Şeyh Abdülkerim El-Kıbrisi'nin (ks) Halifesi
New York
Osmanlı Dergahı
6 Cemaziyel Evvel 1434
18 Mart 2013
Comments