top of page
Yazarın fotoğrafıOsmanli Naksibendi Hakkani

Kişiliğimiz Nefsimiz Değil, Ruhumuzdur


BismillahirRahmanirRahim

Çocuklar doğuştan kötülüğe meyilli değildir. “Neden güzel şeyler yerine kötü şeyler ister canımız?” diye bir soru soruldu. Hadis-i Şerif ile bize bildiriliyor ki, Cennete giden yollar zorluklarla döşenmiş, Cehenneme giden yol ise arzu uyandıran, çekici şeylerle döşenmiştir.

BismillahirRahmanirRahim. Destur. Medet. Kötü olan şeyleri sevmeye doğuştan gelen bir yatkınlığımız yoktur. Buna meyilli değilizdir. Kötü huylara bakın; öfke, kıskançlık, kibir, inatçılık... Size fiziksel ya da zihinsel olarak zararı olan şeylere ve de başkaları için kötü olan şeylere bir bakın. Bizim bunlara karşı bir eğilimimiz yoktur. Bunlara karşı bir çekim hissetmeyiz. Peki biz neyiz? Eğer nefsiniz ve arzularınız olduğunuzu söylerseniz, o zaman o yöne çekilirsiniz. Fakat biz nefsimiz ve arzularımız değiliz. Bizler ruhuz. Nefs ve arzular oraya yerleştirilmiştir. Ve ruhun bu tip şeylere karşı bir isteği, bir eğilimi yoktur. Bir insan, istediği kadar ruhunu gömüp bu dünyanın zevk ve nimetlerine dalmaya çalışsın, bütün bunların sahte olduğunu, aslında hiçbir çekiciliği olmadığını, bir gün hepsinin son bulacağını ve hiçbirinin gerçek olmadığını kalbinden ya da aklından bir kez olsun geçirmediğini söyleyebilir misiniz bana?

Ruh burada mevcuttur, ancak gizlidir. Öyle değil mi? Çünkü Allah (cc) bize nefsi vermiş ve bizi de bu dünyaya koyup, arzuları ve o arzulara olan hevesleri ve şeytanı yerleştirmiştir. Yani dört düşmanımız var. Ruh da burada ve biz de dünyadayız. Cennetteyken bu dört düşmanımız yok. Anlıyor musun? Eğer bu dört düşmanın Cennette de seninle beraber olsaydı, o zaman ne olacaktı? Tabii ki ruhu takip etmek daha kolaylaşacaktı.

Lokman Efendi Osmanlı Dergahı

Çocuklar masumdur. Tertemiz beyaz bir sayfa gibidirler. Oraya ne yazarsanız o kalır, ne nakşederseniz ona alışırlar. Bir de kendi kökenlerinden taşıdıkları şeyler vardır. Yani sadece deneyimledikleri şeyler değil, kendi neseblerinde var olan şeyler ve onlara verilen, takdir edilen şeyler de oradadır. Fakat bugünün çocuklarına, egoistik bir şekilde yetiştirilen çocuklara bakmayın. Yalnız bununla kötü koşullarda yetişen çocukları kastetmiyorum. Egoistik derken, çok küçük yaştan itibaren nefsani şeyler ve dünya arzularıyla işlenerek, çocukların bu hayattan ve bencilliklerinden keyif duyacak şekilde yetiştirilmelerini kastediyorum. Fakat bakın, çocukların dahi kötülüğe eğilimi yoktur. Hayanın ne olduğunu bilirler. Aslında biz de öyleyiz. Küçük yaşlarda bu, taşın üzerine yazmak gibidir. Büyüdükten sonra ise suyun üzerine yazmaya benzer ancak hala buna sahibiz. Ve Peygamberler, Evliyalarla birlikte bizim bu masum yanımızın farkına varmamız için gelmişlerdir. Dün ilk masumiyetten bahsediyorduk, ilk günah değil, içimizde esas olan masumiyeti ortaya çıkarmaktan bahsediyorduk. Çünkü bu, bizim ruhumuzdur. Bir kişi kendi ruhunu tanımaya başladı mı, o vakit dünyayı da olduğu gibi görmeye başlar. Heva ve heveslerini olduğu gibi görmeye başlar. Şeytanı ve nefsini anlamaya başlar. Anlıyor musun?

Ve kişi bunu anlamaya başladığı zaman, orada bir savaş çıkar. Çünkü nefs, “Bunca yıl bana boyun eğdin. Şimdi Hakkı, sana Hakkı öğreten birini buldun ve gücü benden çekip almak mı istiyorsun? Hayır, sana izin vermeyeceğim!” der.

Sen de, “Evet!” dersin, “Bunu yapmalıyım!”

İşte bu bir savaştır. Ve bu savaşa Cihad-ül Ekber denir. Peki bu savaş ne zaman biter? Sen en sonunda Allah’a boyun eğdiğinde, savaş o zaman sona erer. O vakit... EvliyaAllah buna ne der?

Fena.

Nehir, yatağında giderken gürültüyle yol alır. Fakat okyanusa ulaştığı anda her şeyini teslim eder ve sessizce derinleşir. Bu seviyeye erişmek için ne gerekir? Bu seviye nedir? Mümin olmaktır. İman etmektir. Hz. Peygamber (sav)’in ayak izinden, EvliyaAllah’ın ayak izinden yürüyen mümin endişe duymaz, mahzun olmaz. Çeşitli zorluklar çıkabilir, ancak bunlar müminleri değiştirmeyecektir. Çünkü onlar, ne geliyorsa Allah’tan geldiğini bilirler. İmanlarını sarsmasına izin vermezler, çünkü iman sahibidirler. Neticede bizler insanız. Üzülebilir, başka çeşitli hislere kapılabiliriz. Fakat bunların bizi şekillendirmesine izin veremeyiz.

Belki önceden olsaydı öfkemiz, intikam alma arzumuz hayatımızı yönlendirecekti. Bakın, kaç kişinin hayatı arzuları tarafından yönetiliyor? Kaç kişinin hayatı öfkesi tarafından yönetiliyor? Kaç kişinin hayatına egoistik eğilimleri yön veriyor? Kaç kişinin hayatına şeytan yön veriyor ve hiçbir şeyi önemsemeden sadece zarar vermek istiyorlar? İnsan böyle olunca artık onlar için çok kolaydır, çünkü çoktan bir parçası haline gelmişler. Dünyadasın ve kendini ehl-i dünya ile çevreliyorsun. Nefsinlesin ve kendini de ehl-i nefs ile çevreliyorsun. Şeytanla berabersin ve kendini ehl-i şeytan ile, ayette belirtildiği gibi hem cin hem de insan şeytanlarla çevreliyorsun. Ancak düşünmeye, tefekkür etmeye başladığın zaman, anlamaya ve daha farklı bir gözle bakmaya başlayacaksın. Ve bu herkesin geçtiği bir süreçtir. Herkes sorgulamaya başlar, “Bu hayat ne için? Neden buradayım? Hayatım boyunca yaptığım bu şeylerin anlamı ne? Herkesin bu kadar heyecan duyduğu şey neyi ifade ediyor?”

Matrix mesela... Hakkında son derece ciddi ruhsal yazılar yazıyorlar. SübhanAllah. Fakat Peygamber’inin (sav) ve EvliyaAllah’ın 1400 yıldır hiç durmadan söylediği şeyler hakkında bu kadar heyecanlanmıyorsun. Ama kafir Hakk’ın yüzde birini alıp yüzde doksan dokuz tane batıl ile karıştırıyor, müthiş heyecanlanıyorlar.

Kirli sulardan içmeyi bırakmalıyız. Bazı şeyler almış olmaları ilginç, evet. Ancak su içmeye oralara gitmemeliyiz. Çünkü biz en saf kaynaktan içmeye davet edildik. İmanlı olmalıyız. Bu dünyadayken, bir de üstüne kendinizi tüm bu şeytani niteliklerle donatırsanız, o zaman onlar için çok kolay olur. Ancak kendinizi ehl-i zikr ile, Ricalullah ile, EvliyaAllah ile, Sıddıklar ile, Salihler ile çevrelerseniz, ki bu Allah’ın emridir, “Salihlerle birlikte olun” der; o zaman zannediyor musunuz ki kötü amellerde bulunmak ya da yanlış işler yapmak o kadar kolay olsun? Kolay mıdır? Değildir. Birazcık ayağın kaysa, yanlış bir şeyler yapsan bile öyle utanç duyarsın ki, yaptığından hiçbir şekilde zevk alamazsın, çok zordur. Bu yüzden zikr yapmak, ehl-i zikr ile birlikte olmak önemlidir. Çünkü zikr yaptığında, orası Cennet Bahçesidir. Ve kendinden başlayarak, neyin temiz neyin kirli olduğunu o cennet bahçesinde ayırt edersin. Ve küçücük bir kir bile olsa açıkça gözükür, çünkü hak batıldan ayrılmıştır. Gayet berrak olacaktır. Ve sen de oturup onun öylece kalmasına izin vermeyeceksin. Kendi üzerinde çalışacaksın. Kendi üzerinde çalışmak istemiyorsan da, kendini ehl-i zikr ile çevrelediğin için onlar senin üzerinde çalışacaklar. Bazen kolay yoldan, bazen de oldukça zorlu bir şekilde. Fakat sizin üzerinizde çalışacaklar.

İşte Tasavvuf budur: çalışmak. Tasavvuf, oturup da ruhsal mertebeler hakkında kafa yormak değildir. Tasavvuf, nefsimizi, nefsimizin şeytani tarafını anlamak ve o perdeleri kaldırmaktır. O perdelerin ardında hangi tecellilerin olduğu bizi ilgilendirmez, özellikle de Nakşibendi Tarikatı’nda. O perdeler kalktığında nelerin ortaya çıktığına odaklanmayız. Bu Allah’ın işidir. Bizim işimiz ise o perdeleri kaldırmaktır. Bazıları var, yalnızca perdeler arkasında nelerin olduğuyla ilgileniyorlar. Fakat görüyoruz ki, odaklandıkları şey sadece bir hayal ve aldatmacadan ya da oradan buradan, bazı eski kitaplardan okudukları ve kendilerininmiş gibi gösterdikleri şeylerden ibaret. Bu dünyada intihal yapmaya karşı yasalar var, biliyorsunuz değil mi? Bir şeyleri çalıp, sanki kendinizinmiş gibi söylemeye karşı ruhsal dünyada hiçbir yasa olmadığını mı zannediyorsunuz?

En iyi bilgi, deneyimlediğiniz bilgidir. Kendiniz yaşamadan, bir başkasının deneyimini sizinmiş gibi alıyor ve kendi deneyimlediğiniz bir şeymiş gibi insanlara sunuyorsunuz. Kötü, çok kötü. İnsanlara perdelerin ardında neler olduğunu gösteriyorsunuz fakat önünüzde oturan kişi daha perdelerin mevcudiyetini dahi anlamıyor. Bizim işimiz, o perdelerin neler olduğunu anlamak ve onları kaldırmaktır.

Kişi, dostunun dini üzeredir. Hz. Ali Hz. Peygamber (sav)’den böyle aktarmıyor mu? Yani ehl-i dünya, ehl-i nefs ile birlikteyseniz, sizi kötülüğe doğru çekecek işler yapmanız çok kolaydır. Cennete girmeniz zor, Cehennem ateşine girmeniz ise oldukça kolay olacaktır. Fakat kendinizi ehl-i zikr ile, Sıddıklar ve Salihler ile çevrelerseniz, o zaman isteseniz bile yanlış amellerde bulunmanız çok zordur çünkü her yer zırhla kaplanmıştır. İslami kıyafetler giyiniyorsun, bu bir zırhtır. Sünnetleri tutuyorsun, bir başka zırh daha. Sürekli “inşaAllah, maşaAllah, sübhanAllah” diyerek konuşuyorsun, bu da bir başka zırhtır. Üzerindeki bu zırhlarla sadece dünya ile dolup taşan yerlere gidemezsin. Bununla iş yerini kastetmiyoruz; arkadaşlarınla vakit geçirmek istediğin yerlerden bahsediyoruz. Anlıyor musun?

​​Gerçekten yolunu bulamamış olanlar, bir gün öyle bir gün böyle, tıpkı o nehir gibi bir dolu gürültü çıkarıp, harala gürele çağlayarak akarlar. Fakat bir nehir okyanusun yanında nedir ki? Okyanusa varana kadar böyle ilerlersin, ancak okyanusu gördüğün an durman gerek. Bu yarı yarıya olacak iş değildir. Allah yüzde elli nefs, yüzde elli ruh koymuş değildir. Bu iyi melek, bu kötü melek, biz de ortada sıkışmış vaziyetteyiz, diye bir şey yoktur. Bizim kişiliğimiz nefsimiz değildir. Bizim kişiliğimiz, ruhumuzdur. Ruh bir şeyler yapmak istiyor ancak eli kolu bağlanmış. Anlıyor musun? Bir şeyler yapmak istiyoruz ancak ellerimiz bağlı, kollarımız bağlı, ayaklarımız, dilimiz bağlı. Gözümüzü kandırıyorlar, hareket edemiyoruz; niyetimiz en aşağı itilmiş. O vakit bizi yalnızca şeytan ve nefs idare edecektir. EvliyaAllah ise bize “O bağları kesin. Nefsinizi kenara itin, nefsinizin üzerine basın,” diyor. Bir kere nefsinizin üzerine bastınız mı, hem bu dünyada hem de ahirette daha fazla güç bulacaksınız.

Geçenlerde konuşuyorduk, yeni biat almış bir mürid var. Bir gün çok mutluydu; Şeyh Mevlana’dan, Şeyh Efendi’den açık bir keramet gördüğünü söyledi. Şeyh Efendi hakkında sürekli kötü şeyler söyleyen, durmadan “ne büyük göbeği var” diyen bir tanıdığı varmış. Ve şimdi o kişinin bir hastalığa yakalandığını, karnının kocaman olup ağrı çektiğini söyledi. Şeyh Efendi’nin dediği gibi, “Bu kel kafaya bakmayın. Bu kel kafanın Sahibi kim, ona bakın. Bu kel kafanın da bir Sahibi var.” EvliyaAllah kimseye lanet etmez. Ancak EvliyaAllah’ın bir Sahibi vardır. Bizim bir Sahibimiz var ve Malik insanların yaptığı şeyden hoşlanmayabilir. Şeyh Efendi hakkında ne söylüyorlarsa, şimdi benim hakkımda da söylüyorlar. Önemli değil. Çünkü ne kadar konuşurlarsa, bizden o kadar yük alıyorlar. Belki de çok fazla yükümüz var ki onlar taşıyor. Buyurun serbestsiniz, alabilirsiniz. Ben Şeyh Efendi’nin izinden gittiğimiz için mutluyum.

Anlayış sahibi bir insan için bu kadarı yeterli. Kişinin dini, dostunun dini üzeredir. Doğru arkadaşlar edinin, kendinizi güzel arkadaşlarla çevreleyin. Hutbenin sonu “Ne iyi arkadaş edinmişsin,” diyerek bitiyordu. Sadece iyi bir arkadaşla oturmak bile, Kıyamet Günü’nde size sevap olarak dönmekle kalmayacak, belki de şefaat dahi edecektir. Çünkü o gün, Rahmet yağmurlarının yağdığı gündür; ancak bu yalnızca rahmet edenler, merhametli bir şekilde yaşayanlar ve tüm yaradılışa Rahmet olanı, Rahmeten lil Âlemîn’i ve onun evliyalarını sevenler üzerinedir. Yoksa olmaz. Rahmete inanmıyorsanız, şefaate inanmıyorsanız, şefaat bulamazsınız.

Osmanlı Nakşibendi Hakkani Dergahı

Allah bundan muhafaza etsin, çünkü Peygamberler bile Kıyamet Günü şefaat dileyecekler. Peygamberler bile! Ama bakıyoruz, tevessüle, şefaate inanmayan bir dolu insan var. İslamiyet’e birçok kişi getiriyorlar. Ancak yaptıkları “bunları kızgın tavadan alın ve ateşe atın,” demek gibidir. Onları yargılamıyoruz. Onlar kendilerini yargılamışlar. Ateşe gireceğinizi söylemiyoruz, ancak adamın biri ateşe atlıyorsa... Biz halinize bir bakın diyoruz. Tevessülü ve şefaati reddeden bir insan çoktan kendini ateşe sokmuştur. Onu ateşe biz atmıyoruz. “İnanmıyorsan cehenneme gideceksin,” demiyoruz. İnanmaman sana kalmış diyoruz. Ancak inanmıyorsan, Allah ve Peygamberi çoktan anlatmış zaten, bulunacağın yer senin için pek de iyi olmayacak. Allah bizi bundan korusun inşaAllah.

Kararlarınızı çok iyi verin. Özellikle de bu ayda. Eğer nefsinizi anlamadıysanız, eğer tefekkür etmek için, nefsinizi ve şeytanınızı, dünya ve arzularınızı gerçek manada anlamak için kenara çekilmediyseniz, o zaman halvet sizin için çok tehlikeli olacaktır. Çünkü bunları ayrıştırıp çözmezseniz, o zaman kendi nefsiniz ve şeytanınız ile halvete gireceksiniz demektir ve onlar orada size birçok şey gösterebilir ancak tüm bunlar sizin için çok tehlikeli olacaktır. Büyük Şeyhimizin dediği gibi:

“Bir kişi, halvete girmekle dünyayı kendi şeytanından kurtaracağını söylemediği ve buna iman etmediği müddetçe, henüz halvete girmeye hazır değildir. ”

Kim halvete kendisinin bir şeytan olduğunu düşünerek giriyor ki? İnsanlar çoktan kendisinin bir evliya olduğunu düşünerek halvete giriyor.

Allah bizi korusun inşaAllah. Ancak tabii ki eğer bir emir varsa, o zaman durum başkadır. Eğer halvet için emir geldiyse, onun sorumluluğu onlardadır. Bizim sorumlu olduğumuz şey de dikkatli olmaktır. Oturun ve anlamaya çalışın. Tefekkür edin. Her ne yaparsanız yapın, ister halvet olsun, ister Hac, zikr ya da namaz kılmak olsun fark etmez, doğru niyetle yaklaşın. Eğer tüm bunları yanlış bir niyetle yaparsanız, o zaman kötü olur.

Ve min Allahu Tevfik. Bi hürmetil Habib. Bi hürmetil Fatiha.

Selam aleyküm ve rahmetullahi ve berekatühü.

Şeyh Lokman Efendi Hz.

Sahibul Sayf Şeyh Abdülkerim el-Kıbrısi el-Rabbani (ks) Halifesi

Osmanlı Dergahı, New York

15 Receb 1437

22 Nisan 2016

Cuma Sohbeti

62 görüntüleme0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör
bottom of page