BismillahirRahmanirRahim
Soru: "Paris saldırılarında yaşandığı gibi, meydana gelen bu tip olaylar karşısında, özür diliyormuş gibi gözükmeden insanlara nasıl cevap verebiliriz?"
Euzubillahimineşşeytanirracim. BismillahirRahmanirRahim. Destur. Medet.
Şeyhimiz Sahibul Sayf Şeyh AbdulKerim el-Kıbrısi el-Rabbani’den, Kaf Dağı’nın arkasından, ahiretten, bu fitnelerle dolu karanlık zamanda tutunup yaşayabilmemiz için bize yol göstermesini, destek vermesini diliyoruz. Sadece imanımızı korumak için değil, ilerleme kaydedebilmek için.
Kardeşimiz bize Paris saldırılarındaki gibi olaylarda, mahcup ya da özür diler gibi gözükmeden insanlara nasıl cevap vermemiz gerektiğini soruyor. Bizim özür dileyecek bir şeyimiz yok ki... Neden özür dileyelim? İşte Osmanlıların son verdiği şeylerden biri de tam olarak buydu! Hazreti Ali’nin son verdiği şeylerden biri buydu! İnsanlar dini alıyor ve kendi egoistik, kendi nefsani emellerine alet ediyorlar. İşte bu yüzden Devlet-i Aliyye, Büyük Devlet, yani Osmanlılar, Peygamber Efendimiz (sav)’in ve Hz. Ali (ra)’ın geleneklerine sıkıca tutunuyordu.
Herkes “Şah-ı Merdan, Şah-ı Merdan, Şah-ı Merdan” diye konuşuyor ama daha hakikat için nasıl ayağa kalkacağınızı, hakikat için nasıl konuşacağınızı bilmiyorsunuz. Onun zamanında yaşayan bir grup fırsatçı insan vardı. Onunla Hz. Muaviye (ra) arasındaki anlaşmazlığı, ortalıkta dolaşan fitneleri, her ikisinin de kendi usullerince olayı çözmeye çalıştıklarını ve bir araya gelip “Bunu sen çözmezsen ben çözerim!” dediklerini gördüler. Hz. Muaviye ne kadar güçlü olursa olsun, Hz. Ali onu mağlup etti. Fakat ikisinin arasında anlaşmazlık yaşanırken, orada ruhsuz sadece dini kullanan fırsatçı bir grup daha vardı. Tarikatın size öğreteceği ruhtur. Aşağı yukarı eğilip kalkarak milyarlarca defa “Allah, Allah, Allah...” diyebilirsiniz. Ancak ruhsuzsan... Neyin ruhu? Evet, Ruhullah. Hz. İsa’nın getirecek olduğu işte budur. Dini doğru bir şekilde tutanlara Tarikat... Hz. İsa'nın kendi milleti dini doğru bir şekilde yaşayıp her şeyi olması gerektiği gibi, çok iyi bir şekilde yapmasına rağmen, onlara “Ruhunuz eksik, size ruh vermek için geliyorum” der. Peki onlar ne yaptılar? Hz. İsa (as)’ı çarmıha germek için bir araya geldiler. Ve Allah (svt), kudreti sayesinde Melekleriyle onu Semanın birinci katına çekip, ahir zamanda, yani onun zamanında yaşanan fitne fesadın kendine geniş bir yer bulacağı zamanda geri dönmesi üzere emniyete aldı. O zamanlar küçük bir yerde meydana geldi bu olay. Küçük bir yerdeydi. Şimdi ise her yerde yaşanıyor. Nedir bu? Herkes çok dindar, her şeyi en doğru şekilde yapan iyi insanlar olduğunu söylüyor, ama ruh yok.
Öyleyse Ruhullah, Ruh, Allah’ın ruhu, Hakk’ın ruhu, Rahman’ın ruhu, Rahim’in ruhu.... İşte Tarikat size bunu ulaştırmak içindir. Peki size Tarikatı getiren İmparatorluk hangisi? Tarikata dayanan, tarikat üzerinde kurulmuş imparatorluk, kapıkulundan sultana kadar herkesin bir Şeyhinin olduğu, EvliyaAllah’ın, Ehl-i Beyt’in, Sahabe-i Kiram’ın, Peygamber Efendimiz (asvs)’ın el üstünde tutulduğu imparatorluk hangisi? Osmanlı İmparatorluğu. Sahabe-i Kiram’ın kendi dönemlerinde neler yaptıklarına, ne tip bir fitneyle karşılaştıklarına bakıp “bunu kendimize örnek almalı ve uygulamaya geçirmeliyiz.” diyen bir İmparatorluk.
Hz. Ali zamanında ve Hz. Muaviye döneminde, anlaşmazlık olduğu zamanda da “La ilahe illallah, Muhammedur Resulullah” diyen bir topluluk vardı. Günde 5 vakit namazlarını kılıyor, zekat veriyor, her şeyi düzgün yapıyorlardı. Fakat onlar “Hiç kimseye, Allah’tan başka kimseye itaat etmeyeceğiz. Kimse bize hükmedemez. Sadece Allah’a sorumluyuz.” dediler. Allah (svt), Ayet-i Kerime’de açıkça “Allah’a, Peygamberine ve doğru yoldaki liderlerine itaat ediniz” demesine rağmen... O zaman size bir halife (lider) atandıysa, ona uymak durumundasınız. Ona itaat ederseniz Peygambere, Allah’a itaat ediyor olursunuz.
Bu grup çıktı ve “Biz Hz. Ali’ye inanmıyoruz. Hz. Muaviye’ye inanmıyoruz. Bizler özgürüz” dedi. Birbirleriyle olan anlaşmazlık son bulunca, Hz. Ali bu grubun peşine düştü, ki oldukça vahşi bir topluluktu. Bu ideolojik bir ayrışma, kavramsal ya da felsefi bir arklılık değil. Bu ayrışma, kan ve gözyaşı dökülmesine sebep oldu. Savaşmayı kestiler. Hz. Ali Haricilerin peşine düştü ve onların sonunu getirdi. Orada burada bazı izleri kaldı ama asla, asla Müslümanların ana gövdesine, ümmete veya İslam’a tehdit oluşturamadılar. İslam’ın öğretisi Kuzeyden Güneye, Doğudan Batıya gittiği her yere aydınlanma ve medeniyet götürdü. Nihayet Osmanlılar Hilafeti alıp, İslam’ın öğretisi kendilerine geçtiğinde, Yavuz Sultan Selim Han, cennet mekan, Peygamber Efendimiz (asvs)’ın emriyle Hilafeti aldı. Yani imparatorluğu daha güçlü kılmak üzere Peygamber (sav)’in, EyliyaAllah ve Ehl-i Beyt’in desteğini arkasına aldı.
Bir süre sonra bir kişi çıkageldi. Bu kişi İslam’ı, dini, İslam’ı demeyelim de dini, baştan sona, önünü arkasını, sağını solunu her şeyini çok iyi biliyordu. Ancak ana düşüncesi şuydu: “Sizin yaşadığınız İslam yanlış. Hepiniz yüz yıllardır yanlış yapıyorsunuz. Doğru olan benim. Hepiniz yanlış olduğunuz ve bunun düzeltilmesi gerektiği için, benim sizi katletmem, hepinizi ortadan kaldırmam bana helaldir.” Bu kişi İbn Teymiyye’dir. Şimdi birçok kişi bana kızacak. Bu şeytan Vahhabiler ona Şeyh-ul İslam İbn Teymiyye derler. O Şeyh-ul İslam değil, Şeyh-ul Şeytan’dır. Çok büyük bir alim olmasına rağmen “vesile” kabul etmeyen, haram sayan biridir. Allah ile aranda kimsenin olmaması, Allah’ın kimseyi göndermediği, O’na yakınlaştıracak hiçbir insan, hiçbir merhamet, hiçbir rahmet göndermediği anlamına gelir. Bunu diyen “Kim Peygamber veya Evliyaların türbesini ziyaret ederse şirk işlemiş olur” da demektedir. Aynı kişi “Allah bir form, şekil sahibidir” demektedir. Yine söylüyorum ki, bu ideolojik bir ayrışma değildir. Kavramsal değildir. Nesiller boyu süren kan ve gözyaşıdır. Çıkıp, “Ben doğruyum, geri kalan hepiniz yanlışsınız. Doğru olan benim. Ve eğer sizin üzerinizde bir güç sahibi olursam, hepinizi ortadan kaldırırım. Çünkü siz Müslüman değilsiniz” demektedir. Bir fikirle çıkageldi. Ve Sultan bunu duyduğu zaman onu cezaya çarptırarak kuyuya attırdı. Cezalandırdı. Bütün kitaplarını yaktı. Bu neyi gösteriyor? Nerede bir kutsallık varsa, şeytan hemen o kutsallığa doğru koşarak alaşağı etmeye çalışmaktadır. Ve kutsal olan kişilerin görevi, uyanık olup bunun yaklaştığını fark edebilmektir. Anlıyor musun? Sultan onun işini bitirdi, kitaplarını yaktı. Orada burada geride birkaç tane kaldı ancak.
Öyleyse Müslümanlar ve Müslüman liderler, ümmeti ve tüm dünyayı bu tip deccaliyatlardan, bu tip şeytani davranışlardan koruyan birer halife olmuşlardır her zaman. Her zaman bunu durdurmuşlardır. Biraz ileriye alın, yıllar, asırlar sonra, Osmanlılar zamanında, alimlerin, çok büyük alimlerin soyundan gelen biri vardı. Dedesi bir alim, yani İslam’a enikonu hakimler ama egosu, yani şeytani tarafı terbiye edilmemişti. Kendi babası, kendi kardeşi insanları ona karşı “Bilgili biri ama iyi bir insan değil” diye uyarmıştı. Bu kişi İslamiyet’in, Müslümanların nasıl olması gerektiğine dair bir takım fikirler yürütmeye başladı ve İbn Teymiyye zamanından kalma, Allah’ın bir forma, bir şekle sahip olduğunu, Arş’ın üstünde oturduğunu, durduğunu, aşağı indiğini yazan bir takım kitaplar keşfetti. Bu kitapları okudu, zamanla başka insanlardan da destek gördü. Öğretilerini yayması için dışarıdakilerden, yabancılardan teşvik edici destekler aldı. Nejd Bölgesi’nden, Peygamber Efendimiz’in “Nejd’den Şeytanın iki boynuzu çıkacak” dediği yerden geliyordu. Boynuz, İslamiyet'te otoriteyi simgeler.
Bu kişi Nejd’den çıktı. İsmi Abdülvahhab. Yüz yıllar önce İbn Teymiyye’nin söylediklerini alıp yeni bir fikirmiş gibi çıkageldi ve “Birçok Müslüman, Müslümanların hepsi birer müşrike, pagana döndü. Hiç kimse İslamiyet’i olması gerektiği gibi uygulamıyor. Mezarlara tapmaya başladılar. Hepsine bir son verip İslam’ı yeniden sıfır yılına geri döndürmemiz lazım” dedi. Fikirleri bir grup insanın, İbn Suud Hanedanı’nın dikkatini çekti. O dönemde Osmanlılar belki elli cephede ayrı ayrı düşmanlarla mücadele veriyordu. Bir boynuz dini otoriteye, diğer boynuz ise siyasi güce sahipti; ikisi birleşip daha da güçlendi ve bu fikirleri yayarak bölgeyi terörize etmeye başladılar. “Bunlar Müslüman değil. Daha da kötüsü, bunlar kafir” diyerek insanları öldürüyorlardı. Bu yüzden Vahhabiler Sufilerden nefret eder. “Kafirlerin en azından şehadet getirme ihtimalleri var. Bu Sufiler ise Şehadet getiriyorlar ama kafirlerden daha beterler, onlar için hiçbir umut yok” diye düşünürler. Peki ne yaptılar? Çok fazla kan döküldü, birçok yer yok edildi, çok fazla baskı, çok fazla zulüm, çok fazla terörizm yapıldı.
Osmanlı İmparatorluğu her şeyi bir kenara koydu ve işlerini bitirmek için birliklerini oraya gönderdi. Onlar ne yaptı? O Nejdliler neler yaptı? Ne işlediler? Korkunç şeylere imza attılar. Şu an dünyanın dört bir tarafında korkunç şeyler meydana geliyor. Suriye’de korkunç şeyler oluyor. Kaşmir’de, Afganistan’da, her yerde dehşet verici olaylar yaşanıyor. Batıda meydana gelen de korkunç bir olay. Fakat bir düşünün, nasıl şöyle diyebilirsiniz ki? Eğer Hristiyansanız Vatikan’ı düşünün, Budistseniz kutsal mabedinizi düşünün, Hinduysanız, Sih iseniz, ibadethanenizi gözünüzün önüne getirin. Sizin için olabilecek en kutsal yeri hayal edin, Hristiyansanız Vatikan’ı ele alın mesela. Ve düşünün ki bir grup Hristiyan yanlış öğretileri takip ettiğinizi söyleyip size doğrusunu öğretmek için geliyoruz diyerek Papazları, rahibeleri, St. Peter Meydanı’nda olan kim varsa herkesi katlediyor. Beterin de beteri var ki, o da bu kişilerin düşmanlarınız tarafından destekleniyor olması. İşte Müslümanların başına gelen budur. İslam tarihinde meydana gelen budur. Hacca gelen insanları katlettiler. Harem-i Şerif’in her tarafında kan akıyordu. Ravza-i Şerif’e, Peygamber Efendimiz (sav)’in kabrine gidip saldırmaya, insanları öldürmeye, kıyım yapmaya başladılar. Askerler, Osmanlı kuvvetleri geri çekildi ancak Hz. Peygamber (sav)’in huzurundan ayrılmadılar.
Taif şehrinde büyük bir kütüphane, özellikle Peygamber (sav) sevgisine adanmış bir öğrenme merkezi vardı. Bütün kitapları topladılar ve hepsini parçaladılar. Özellikle de Peygamber Efendimiz (sav) hakkında ve İslamiyet hakkında yazılmış kutsal kitapları alıp deri kapaklarını yırttılar. Biliyorsunuz, kutsal kitapları biz yere bile koymayız ama şu mescitlerde Kur’an okurken gördüğünüz şeytan vahhabiler Onu yere koyar, yerde , göbeklerinin aşağısına koyup Kur’an okur. Ayaklarını kıbleye karşı uzatıp oturuyor ve Kur’an’ı Kerim’i bu şekilde, ellerindeki sanki bir dergiymiş gibi okuyorlar. Anlıyor musun? Kitapların deri ciltlerini söküp ayakkabı yaptılar. Bunların hepsini yaptılar! Müslüman olmayanların bunu anlamasını veya hatırlamasını beklemiyoruz zaten, boş verin. Çünkü daha Müslümanların kendisi kendi tarihini bilmiyor. Müslümanların kendisi bu olay hakkında konuşmuyor, anlamıyorlar.
İşte şimdi, ejderhanın etrafa çarpan kuyruğunun ucundan bahsetmiş oluyoruz. Bre uyanın! Bu sadece kuyruğun en son kısmı! Ve merak etmeyin ondan daha fazlası da meydana gelecek. Başı neredeydi? Nereden gelmişti? Her seferinde dışarı çıktığında başına vuran kimdi, onun hayatta kalmasına, gelişip büyümesine yardımcı olan, onu besleyen kimdi? Vahhabizmi daha en başından Osmanlı İmparatorluğu’na karşı kimler destekledi? Araplar!
Şimdi mi ağlıyorsunuz? Şerif Hüseyin’i destekleyen İngiliz ve Fransızların “Neden Türkleri takip ediyorsunuz? Onlar Arap bile değiller. Gidin ve onlara karşı savaşın. Halife’ye başkaldırın, başkaldırın ki biz sizi Halife yapalım” demelerine inandılar; ki İslamiyet’te Halife’ye başkaldırmak yasaktır. Buna inandılar. İngiliz ve Fransızların desteğiyle bütün Arapları Osmanlı’ya karşı bir araya topladılar. Arabistanlı Lawrence’ı biliyor musunuz? Hakkında güzel filmler yapıyorlar değil mi? O zamanın vahhabileri, bir dönemin haricileri, ne vakit bulundukları delikten kafalarını uzatsalar Osmanlılar ve önceki Müslümanlar tarafından başları kesilip yeniden ait oldukları çukura gönderilirlerdi. Yeniden delikten çıksalar da başını kesip geri tıkarlardı. Bu sefer bu canavar ve Müslümanların diğer düşmanları dışarı çıktı... Eğer bunları destekliyorsanız Müslümanların dostu olamazınız. Büyüyüp iyice gelişene kadar beslemeye devam ettiniz ve ilk önce Müslümanlara saldırmaya başladılar. Hicaz’ın tamamını yok ettiler. Görmüyor musunuz! Bin yılı aşkın bir tarihi tamamen ortadan kaldırdılar ve onun yerine dünyanın herhangi bir yerinde bulabileceğiniz ucuz alışveriş merkezlerini ve o çirkin şeytani saat kulesini koydular.
Herkes bilir ki Kabe’ye yukarıdan bakmak deccalin sembolüdür. Bir de insanların gelip “Oh maşallah ne kadar iyiyiz, ne güzel otellerde kalıyoruz” dedikleri şu otelleri inşa ettiler. Bu zengin Müslümanlar öyle kafasız ki, Hacc’a ya da Umre’ye sanki tatile çıkıyormuş gibi gidiyor, “Aa bak işte Kabe! Kabe ayaklarımızın altında dua ediyoruz” diye otel odalarından çıkmak istemiyorlar. “Kabe’yi görüyor musun, işte orada! Ne kadar ufak, çok küçük” Etrafı bu modern putlarla çevrilmiş ve “İşte Kabe! Kabe ayaklarımızın altında ibadet ediyoruz” diyorlar.
Kim destekliyordu? Bu süre boyunca kim destek çıkıyordu? Vahhabilere hala kimler destek oluyor? Biliyorlar ki vahhabiler orada olduğu sürece, Müslümanlar asla birleşemeyecek. Ve amaç da bu, açıkça söylüyorlar: “İslam oğullarının asla yeniden bir araya gelmelerine izin vermemeliyiz. Hiçbir açıdan!” Ve başardılar da.
Peki ne yaptılar? Yok ettiler. Öldürdüler. Ve bu ideoloji sadece Suudi Arabistan ile, Hicaz ile sınırlı değil; bütün dünyaya yayılıyor. Aileleri, toplum ve milletleri paramparça ediyor. Türbeleri yok ediyor. Mescidleri yok ediyor. Zikr meclislerini, hatta zikr fikrini dahi yok ediyor! Bu kıtayı doğudan batıya dolaştık, kaç tane mescid zikr yapmamıza izin verdi? Bu zulümdür! Tiranlıktır! Eğer mescidde Allah anılmıyorsa, orada zulüm ve zulüm olduğu için terörizm de olacaktır. Çünkü terörizm aslında sadece zorbalığın bir aracıdır.
Allah (svt) buyuruyor: “Ve Allah’ın mescidlerinde, O’nun adının zikredilmesini yasaklayandan daha zalim kim vardır?” (2/Bakara:114)
Söyleyin, Allah’ın evinde Allah zikrediliyor mu? Beytullah’ta Allah zikri yapılıyor mu? Yasaklanmış! Öyleyse ne bekliyorsunuz? Ne için mahcup olmamız gerek? Neden özür dilemeliyiz? Diyoruz ki, bunu bize siz yaptınız. Yüz yıllar önce. Bunu siz kendi kendinize yaptınız. Değiştirmek mi istiyorsunuz? O zaman canavarı beslemeyi bırakın. Onu desteklemeyi bırakın. Peki bunu yapmak istiyorlar mı? Tabii ki istemiyorlar. Öyle olmasını da beklemiyoruz zaten. Onu sürekli olarak beslemeye devam edecekler çünkü bu canavar deccalin gelmesi için zemin hazırlıyor. Hepsi bu. Bunların hepsi deccalin askerleri. Kaç tane mum yakarlarsa yaksınlar, ne kadar şarkılar söylerse söylesinler, isterse bütün dünya el ele tutuşsun, hiçbir zaman bir birlik olamayacaklar çünkü güç hala şeytani olanların elindedir. Güç kudret insanların elinde değil. Fakat Allah’ı unutuyorlar. Allah’ı unutuyorlar. Ve Allah buyuruyor: “Bu yüzyılda zalimliğin güçlenmesine izin veriyorum. Ondan sonra ise benim adaletime hazır olun.” Şimdi buradayız ve kendimizi buna hazırlıyoruz. Ve o adalet, şarkılar söyleyen, el ele tutuşan insanlardan gelmeyecek; zaten devletlerin tamamının toplanıp da adalet talep ettiği yok ki! Diyelim ki toplandılar, yine de olmayacak. Çünkü bu devir deccaliyatın devri. Ve her şeyin arkasında deccal var.
Şimdi bir ayrıma geldik. İnsanlar uyanmaya başladı. Artık neyin siyah, neyin beyaz olduğunu görme vakti. Artık insanlar siyahın beyaz, beyazın siyah olduğunu fark etmeye başladılar. Beyaz diye sundukları şey siyah, siyah diye sundukları ise beyaz. Şimdi senin ve benim, bizim bir karar vermemiz gerekiyor. Ne taraftasınız? Artık tarafsız kalamazsınız. Hiç kimse tarafsız kalamayacak. “Kimi destekliyorum ben?” diye kendine soracaksın. Kararını ver. Samimi ol. Uygulamaya geçir. Niyetimiz, kendimizi temiz tutmak. Niyetimiz kendimizi bu fitnelerden uzaklaştırmak. Hangi gruptan, hangi rejimden hangi dine mensup bir kişiden gelirse gelsin fark etmez, niyetimiz zulmün hiçbir şekline destek çıkmamaktır. Kendinizi tüm bunlardan geri çekin ve Sahib-ul Zaman’ın, Zaman’ın Efendisi’nin gelmesini bekleyin. Hem içeride hem de dışarıda neyin siyah neyin beyaz olduğunu bilmediğin müddetçe, Zaman’ın Efendisi’nin tarafında yer alamaz, onu destekleyip onu karşılayamazsın. Eğer kendi içindeki zulmü, şeytani halleri, deccalik davranışları görmez, anlamaz ve ondan kurtulmazsan, o zaman senin için kafa karıştırıcı olacak. Eğer buna odaklanır, etrafına bakar ve hazırlandığımızı anlarsan inşallah er-Rahman, Şeyhimiz ve Büyük Şeyhimizin desteğiyle Sırat-ül Müstakim’de kalırız.
Korkmayın. Bu hayat bizim için bir hiç. Hiç! Hala buradayız çünkü yapmamız gereken bir takım işler var. Eğer seçme şansımız olsaydı burada olmazdık çünkü Şeyhimiz fiziksel olarak buradan gitti. Onu takip etmek, o neredeyse orada olmak istiyoruz. Fakat bize “Geride durun. Geri çekilin ve hazırlanın” diyor. Bizim de yaptığımız budur. Kalbimiz burada değil. Kalbinizin burada olmasına izin vermeyin. Kalbinizin kendi küçük dünyanız etrafında, kendi küçük ailelerinizin, kendi küçük dünyanızın etrafında dönmesine izin vermeyin. Tam şu anda çok daha büyük bir şeyin meydana geldiğinin farkına varın. Bizler onun içindeyiz! Fakat birçok mürid yolu kaybediyor. Doğru yaşamanız, kendi eğitiminiz için sizi fitneden çıkarıp buraya çekiyoruz ama kendi saçmalıklarınıza daha çok gömülüyorsunuz. Uyanmalıyız. Tufan geldiği zaman kim olduğunuza bakmayacak “Ah, ben Evliya’nın oğluyum... Peygamber (asvs)'ın torunuyum... Evliya’nın çocuğuyum” demek sizi kurtarmayacak. Nuh Aleyhisselam’ın oğlunu tufandan kurtarmadı. Peygamberin karısı, Lut Aleyhiseelam’ın karısını lanetten koruyamadı. Unvanlar, unvanlar... Hiçbir unvan sizi kurtaramaz. Peki ne kurtarır? Seni ve beni kurtaracak olan ne? Takva. Samimiyet ve itaat.
Allah, Şeyhimize daha fazla itaat etmemizi sağlasın inşaAllah. Nasıl isterseniz. Bu cümleyi istediğiniz gibi alabilirsiniz. İster inan, ister inanma. İnanmasan da ne önemi var ki! Benim görevim sadece söylemek. Allah beni bağışlasın, Allah sizi korusun.
Fatiha.
Şeyh Lokman Efendi Hz. Sahibul Sayf Şeyh Abdülkerim el-Kıbrısi el-Rabbani (ks) Halifesi
Osmanlı Dergahı, New York 7 Safer 1437 19 Kasım 2015